Can Yesari

Kitaplara, Mevsimlere, Irmaklara

Okuma süresi: 3 dakika

Dinmeyen bir kaçmak duygusu var içimde. Bir an her şeyi bırakmak, her şeyden çıkıp gitmek… Kitaplara kaçtım, diyor Cemil Meriç. Herkeslerden, her şeylerden uzaklaşıp okumaya sığındığını anlatıyor. Meriç’i kitaplara kaçıran, kitaplardan kaçanlar belli ki. Ama kaçış her şeyden olacaksa eğer, kitaplardan da kaçması gerekmiyor mu insanın, kaçabilmesi? Bu da başka bir mesele.

Benim derdim kitaplara, sayfalara, kelimelere kaçmak üzerine. Zor zamanlarda, dar zamanlarda, yapılıp edilecekler, koşup yetiştirilecekler birbirini kovalarken her şeyi bırakıvermek… Sayfaların oynamak isteyen bir çocuk gibi bakmasına dayanamamak…  Tamamlanıp yetiştirileceklere takılıp kalmamak… Ah bir fırsat olsa, diye beklememek… Fırsat olsa neler neler okuyacağım, dememek için kaçmak… Çünkü o fırsat gelmeden büyür bütün çocuklar; vaatler unutulup sözde kalır…

Kitapsız günlerimizin en büyük mazereti, ah bir fırsat olsa! Böyle yakınılır bu bir türlü gelmeyeceği bilinen fırsat için. Gün olur okumaya engel sınavlar biter, başka sınavlar başlar, yetiştirilecekler biter, başkaları gelir… O biter beriki, beriki biter öteki… Sonra Necatigil’in dediği tenha bahçeye gelindiğinde anlamı kalmayıverir her şeyin.

Oysa tenha bahçeye varılınca anlaşılır ki okunanlar hep zor zamanların bakiyeleridir. Elde ne kaldıysa bir şeyleri yetiştirmeye çalışırken kaçamak okumaların birikimi ve güzelliğiyledir. Bunun dışında geniş zamanlara ertelenmiş okuma fırsatları hiç doğmamış, o asude gemiler limana bir türlü yanaşmamıştır. Yani birikimler zor zamanlarda kaçırılanlardır.

Hiç aklımdan çıkmaz, üniversiteye hazırlandığım yıllarda, bir yaz, diyordum; sakin bir yaz boyu sadece Parma Manastırı’nı okuyacağım. Parma Manastırı’nda ne vardı, bu romanda beni çeken neydi, okuyunca ne olacaktı, bilmiyorum. Seneler birbirini kovaladı, Parma Manastırı’na ayırdığım o mutlu yaz bir türlü gelmedi. Geçip giden yıllarla fark ettim ki zihnimde bir Parma Manastırı inşa etmişim. Şehirlerden, uzaklıklardan, yalnızlıklardan ve yazlardan koskoca bir imge… Şimdi de icat ettiğim bu imgem romanı okursam bozulur, diye korkuyorum. O mutlu yaz yaşanır ve biter diye…

Sözlerimdeki çelişkinin farkındayım. Ertelemenin hazzını övmeye başlamak yaman çelişki. Ama görünen o ki mutlu zamanlara saklanan okuma düşleri, denen bir hazzı var insanın. Bu hayallerin hazzı okumanın bile üstünde çok kere. Şimdi de çelişkinin orta yerinden konuşalım: Yoksa korkulan bir hayali tamamlamış olmak mı? Beklemenin bekleneni aşması gibi…  Hayal edilenin gerçeği geçmesi gibi… Aşk gibi… Gizli bir sevda gibi…

Uzaklarda yanıp sönen ışık için söylenecek ne çok söz var!.. Belki de bırakmalı hepsini. Bütün tanımlamalardan, korkulardan, davetlerden çıkıp da kendi içine bakmalı insan. Kendi davetlerini, engellerini ve mutluluklarını devşirmeli. İşte oraya bakınca görüyorum ki:

Okumak bazen, kimsenin bilmediği yollardan, kimsenin bilmediği yerlere yürümek gibi özgür. Orman uğultularından, deniz çalkantılarından şarkılar gibi dingin. Altın sarısı ekin tarlalarında, çayır kuşlarının sesleriyle koşmak gibi sonsuz. Rüzgârlı söğüt ağaçlarında, salkım salkım gökyüzünde kaybolmak gibi deli /divane!..

Okumak bazen, sırf bir yazarı, bir kitabı, bir şiiri tanımak için çıkmak yolara… “O sularda çimdik, bitti” diyen şairin o bitimsiz yazına, o altın başağı ekin tarlalarına ve o öylece akıp giden ırmağına doğru yürümek… O yüzden “o elmanın tadı orda ve o kuş çoktan ötüp bitti” diye söylenip durmaktır…

Okumak bazen, -ve inanın buna- Sabahattin Ali’nin Kırlangıç hikâyesinin peşinde çıkıp gitmektir şehirden. Bir hikâyeden o bitimsiz tadı almak içindir. Söğüt dalları bir daha geri gelmeyecek yazlar için yapraklarını döksün diyedir. İki kırlangıç yazın bittiğini hâlbuki sözün bitmediğini göstersin diyedir…

Okumak bazen, Adalarda ve bir balıkçı kayığında Sait Faik gibi uzanıp yatmaktır ellerini başının altına koyup… Bir kâğıt helvacı geçsin diyedir tenha sokaklardan, uzaklardan bir çatananın ihtizazı işitilsin diyedir. Kınalı’da bir evi düşlemektedir içinde Meryem kandilleri yanan. Yazmasaydık delirecektik, deyip de yazarak delirmeyi, sırılsıklam delirmeyi istemektir…  

Kaçmak, hayal kurmak, sayfalarında kaybolmak… Başı ne olursa olsun, ama sonu muhakkak kitaba çıkan bir hayatım olsun istedim ben. Belki bir de bunu bir masalcı gibi anlatıp gitmeyi istedim. Çünkü insan okuyunca anlıyor ki insan şarkıların, şiirlerin, hikâyelerin ırmağında sonbaharlara bırakmayan yahut tam tersine, yalnızca sonbaharlara bırakılan bir giz vardır.

Hangi yazarda, hangi kitapta ve hangi hikâyede bilmiyorum ama bir yerlerde gürül gürül akan bir ırmak bu giz. Herkesin giz’i başka bir yerde saklı. Belki buluruz diye, belki bahanelerden kurtulup da aramışızdır diye…

Geçip giden yıllar gösterdi ki ben bir masalcı olamadım. Ama bir sözüm olduysa onu diyeyim, onu söyleyeyim, onu yazayım, dedim. Sayfalarına yazlar dolan, yazlarına sayfalar dolan sözlerim olsun istedim. Hasan Hüseyin’in bitirdiği gibi bitirmeliyim bende. Ne diyordu: “Sonrası hiç!” Sonrası da hiçti zaten, o içinden ırmağımın aktığını düşündüğüm şiir.

One thought on “Kitaplara, Mevsimlere, Irmaklara

  • Hasan Çağlayan

    Okumanın kendine mahsus bir tadı olduğu kadar yazmanın da öyle bir tadı var. Bu, azınlık hazzıdır. Evet, bu da bir nasip olarak insana verilmiştir. Her tutku insanının, ötesinde kaygı taşımayan bir güne veya geceye ihtiyacı oluyor. İşte yazma ve okumalar orada hayat buluyor. İyi ki buluyor. Eline sağlık.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *