Dayım
Dayımı en berrak o gün hatırlıyorum. Cezaevinin kapısında. Sırım gibi zayıf, uzun boylu, genç bir adam. Otuz var mıydı? Emin değilim. Buğday teni, dalgalı, kahverengi saçları ve yeşil, irice gözleri… Genç yaşına rağmen bıyığı… Ne o güne kadar ne de ondan sonra bir erkeğe bıyığın bu kadar yakıştığını görmedim.
Mahcup bakışlarıyla bizi sırayla süzdü ve kocanneme heyecanla sordu:
“Firdevs nerede?”
Kocannem kısa ve kesin bir sesle cevapladı dayımı:
“O defter kapandı.”
Gözlerindeki ışığın bir anda nasıl söndüğünü o yaşımda anlayabilmiştim. Bir daha öyle parlamadı o yeşil bakışlar.
Gidene kadar…
Yol boyu hiç konuşmadı. Pencereden dışarıyı seyredip durdu.
Dışarıyı özlemiş miydi? Köyü, evi, Banaz Çayı’nı, toprağı, ata binmeyi veya hayatı özlemiş miydi? Ne ben ne de büyükler sordu. İsmi lazım değili!
Onun adına her şeyi planlamışlardı zaten. Yeni bir hayat kuracaklardı. Üçüncü kat onundu. Yeniden döşenmişti. Baştan sona, iğneden ipliğe… Dayımın ismi lazım değille aldıkları her şeyi eski ahıra tıktırmıştı kocannem. Hiçbirini görmek bile istemiyordu. Görmeyecekti. Dayım da görmeyecekti.
Yeni eşyalar, yeni kıyafetler, yeni bir ev; yeni bir hayat demekti.
O günden sonra babam gözlerini belertiyor, kocanneme sokulup ince ince fısıldıyordu:
“Anne, Susuz köyünde bir kız varmış.”
“Anneciğim, Ahat köyünde bir kız…”
“Ana Büyük Oturak’ta…”
Kocannem hiçbirini beğenmiyor, hemen bir kulp takıyordu.
Babam dayım için bir gün boş bulunup konuşmuştu.
“Kasabanın yüz akıydı. Kendini düşürdüğü hale bak!”
Annem hep yaptığı gibi babama ancak kendi duyacağı bir sesle bela okudu. Kocannem şimşek çakan bakışlarla parçaladı babamı. Sonra eli mecbur kendi düzeltti kendini babam.
“Yine olur canım, altın çamura düşünce altınlığından ne kaybeder!”
Birkaç kere kavga ettiler kocannemle dayım. Tam kavga da denmezdi ama… Ben ikinci kattan duyar; inmek, dayımı kocannemin dilinden kurtarmak isterdim. Dayım “Beni bir dinle!” der, susardı. Kocannem çınlatırdı alt katı. Sütünü haram ederdi. İki cihanda iki eli iki yakasında olurdu. Fatma annemiz, Ayşe Annemiz, daha önce kocannemden hiç duymadığım birçok annelerimizin vebali de dayımın boynunda olurdu. Hakkını, analık hakkını, babasının ona bağışladığı hakkını helal etmezdi!
Annem o kavgalarda benim aşağı inmeme hiç izin vermedi. Ben zaten küçüktüm. Kendi de inmedi, inemedi. Kocanneme karşı gelmek kolay değildi, anlıyordum ama annemin dayımdan yana durmasını istiyordum. O da ses çıkarmıyordu bütün bu olanlara. Sadece söylenirdi canına tak edince:
“Çocuğun yumuşak karnını biliyor, yok hakkım yok Fatma Annemiz…”
Babam bir gün dayımı arabasıyla getirdi. Bir suçlu gibi attı kocannemin önüne. Bilet kesmiş, otobüs beklerken yakalamış dayımı. Gidecekmiş dayım. İsmi lazım değile!
“Dönmeyecektin değil mi?” dedi kocannem.
“Onu da getirecektim.” diyebildi usulca. “Lütfen bir dinle anne!”
Gün yüzü görmemiş ilençler, beddualar… O gün eski ahırı ateşe vereceğini söyledi. Bütün eşyaları yakacaktı kocannem. Dayımın hatıralarını, bütün güzel günlerini, ismi lazım değilin uğursuz elinin değdiği her şeyi…
Dayımın o gün ağladığını duydum. Yapardı kocannem. Dedi mi yapardı. Yalvardı dayım. Ağlaya ağlaya yalvardı kocanneme.
Biz de annemle üst katta ağladık. Ağlamak, ağlaya ağlaya yalvarmak yakışmamıştı dayıma.
O, son kavga oldu. Bir daha kocannemi bağırırken duymadım, dayımı da ağlarken.
Yalan olmasın bir de dedemin mezarında. Dayım içerdeyken kahrından ölen dedemin mezarında. Yine de duymadım aslında, gördüm. Başını mezar taşına dayayıp sessiz sessiz ağladı. Uzun uzun… Titreye titreye… “Boğuluyorum.” dediğini işittim yalnız. “Boğuluyorum baba.”
Buğday tarlalarının arasından altın sarısı bir yol tutmuş, dedeme gitmiştik. Dinmeyen, serin bir yaz rüzgarı Banaz Ovası’nı dip bucak dolaşıyor, kavakları sallıyor, yapraklarını şen bir hışırtıyla dolduruyordu. Dayımla baş başa kaldığımız ender zamanlardandı. O kadar çok merak ettiğim şey vardı ki onun hakkında. Şimdi olsa utanır hiçbirini soramam. On üç yaşın tatlı umursamazlığıyla sorup durdum. Neden hapse düşmüştü? Subay değil miydi? Neden bırakmıştı pilotluğu? Uçak kullanmak zor muydu? Ben nasıl pilot olurdum? Köyde ona neden terörist demişlerdi? İsmi lazım değille evlerini niye Ankara’dan kasabaya getirmişlerdi? İsmi lazım değil niye gitmişti sonra? Kocannem niye sevmiyordu ismi lazım değili?
Hiçbirine kızmadı. Bazılarına güldü geçti. Bazılarına karşısında büyük bir adam varmış gibi uzun uzun cevap verdi. Sonunda benden bir söz istedi. Verdim. Anında. Hiç düşünmeden.
“Firdevs’e bir daha ismi lazım değil demeyeceksin.”
Bir daha demedim. Kocannemin yanında bile. İnadına Firdevs yengem dedim o sert bakışlara, memnuniyetsiz homurtulara aldırmadan. Matematik sorularını öğretmenlerimden bile çabuk çözdüğünü, evinin hep çok güzel koktuğunu, kitap okumayı bana onun sevdirdiğini dayıma anlatırken. Dayımı götürdüklerinde arkasından ne çok ağladığını. Görüşlerden geldiğinde günlerce hasta yattığını. Kocannemin onu göndermek için yaptıklarını…
Babamın kocaannemi doktora götürdüğü bir gün dayım anneme geldi. Eski ahırın anahtarını istedi. Annem yerini söylemedi ama gidip anahtarı getirdi. Birlikte ahıra gittiler. Ben de arkalarından… Dayım iki saat kadar albümlerini aradı. Bulmak için bazı eşyaları kendisi çıkardı, bazılarına annem yardım etti. Sonunda diplerde bir çekmeceden albümünü buldu. Albümün yarısı yoktu. Düğün albümünün.
“Firdevs götürmüştür.” derken sesinin tonuna, içinin titreyişine annem acımış olacak. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Telefonunu getirtti bana. Dayıma birkaç şey gösterdi. Dayım anneme öyle bir sarıldı ki hapishane çıkışında bile öyle güzel sarılmamıştı hiçbirimize. Gözlerinin yosun yeşili açıldı, açıldı. Mutlu bir yeşile döndü. Omuzları dikleşti. Bu kez o fısıldadı annemin kulağına. Annem telefonu dayıma verdi. Koşa koşa yukarı çıktı dayım. Çok mutluydu. Çok. Annem de mutluydu o gün. Bana işaret etti.
“Git, balkondan yolu gözetle. Kocannen gelirse ses et dayına.”
Akşam babamla kocannem de mutluydu. Hastane işi yalanmış zahir. Ellerinde bir fotoğraf, dayımı çağırdılar. Kocannem dayıma uzattı fotoğrafı.
“Seramik gibi maşallah!”
Babam da konuştu. Akrabasıymış.
“Abdestinde, namazında. Güzeller güzeli. Ondan da boylu hem. Sana yaraşır kayınço.” dedi. “Bunu kaçırma!”
Dayım fotoğrafa baktı. Kısa bir an. Sonra kenara bıraktı. İçindeki fırtınalar dinmişti sanki. Huzurlu, sakin, güzel bir yeşille yere baktı. Ne evet ne hayır. Hiçbir şey demedi.
Babam avucunu ovuşturdu. “Oldu bu iş!” dedi. Dayım ellerine baktı babamın. Sonra yere yine.
O yere bakarken saçlarındaki kırları fark ettim o gün. “Ya Firdevs?” diyemedim. O akşamdan sonra birkaç kez kocannem, annem, babam ve dayım fotoğraftakini görmeye gitti. Her seferinde kocannem, babama bir şeyler ısmarlıyordu. Baklava tepsileri, kutu kutu lokum, çiçek, çikolata, pasta…
Ben dayımın gözlerine baktım hep. Mutlu muydu? Bütün bu geliş gidişleri onaylıyor muydu? Fotoğraftakini… Sormalıydım. Ama soramadım.
Avukat lafı çıktı o aralar. İlçeden bir adamdı. Parayı sever, diyordu babam ama aynı babam koluna girdi dayımın. Arabaya bindirip götürdü bir sabah. “Vekalet vermeye kendim giderim.” dedi akşam dayım. İnanmadı kocannem. Babama kaş göz etti. Vekalete de beraber gideceklerdi. Annemin söze karıştığı ender zamanlardandı.
“Günler çuvala mı girdi ana? Giderler elbet. Ne darladınız çocuğu. Boşanmam demiyor ki!”
Birkaç gün ertelediler tekrar avukata gitmeyi.
Dayım az nefes almıştı ki fotoğraftakinin ailesi haber gönderdi: “Cumartesi gelip istesinler. Sözü de takalım.”
Babamın dayıma yılışması gözümün önünde hala. “Hadi kayınço işin iş!” demişti sırıta sırıta.
“Cumartesi mi?” dedi dayım. Çarşamba perşembe, cuma, cumartesi! “Dayı” diyebilseydim keşke. “Yapma!”
Hazırlıklar aldı başını yürüdü. Kocannem bile terziye gitti. Dayıma takım söylediler. Fotoğraftakine hediyeler, ne hediyeler… “İçimde kalan her şeyi yapacağım.” diyordu kocannem. “Oğluma feda olsun.”
Babam bir koç aldı geldi hayvan pazarından. Banaz’a kuyumcuya gitti annemle dayım. Gün boyu gelmediler. Akşam annem rapor verirken “Ana her bir şey tastamam oldu.” dedi. Keyifliydi kocannem.
Annem bile heyecanlıydı. Gözleri gülüyordu sanki. İçten içe sabırsızlanıyordu.
Dayımsa durgundu. Her zamanki gibi. Rüzgarsız, sıcak bir günde tarladaki başaklar gibi kıpırdamadan, sessiz sedasız olanı biteni seyrediyordu. Bulutsuz bir göğün altında. Her şeye razı. Her şeyden razı. Direnmiyordu. Değiştiremeyeceğini bildiğinden belki. Belki olayların kendisini değiştirdiğinden. Yorgunluktan, yılgınlıktan ya da. Dargınlıktan mı yoksa?
Dayım cuma günü dedemin kabrine gitmek istediğini söyledi. Kocannem “Git tabi!” dedi. İlk kez yürekten onayladı oğlunu. Babam annem işlerle öyle meşguldü ki onun konuştuğunu hissetmediler bile. Peşine takılmalıydım. Yola indim. Sıcak gökten ığıl ığıl yağıyordu. Arkasına döndü. Nazikçe konuştu:
“Dayım ben kendim gideyim, olur mu?”
Başım döndü. Ağustos böceklerini hiç böyle duymamıştım. Çınlıyordu ortalık. Soracaktım, her şeyi soracaktım yine. Sebebini. Firdevs’i. Fotoğraftakini. Yeter dayı, diyecektim. Kendine gel! Olmadı, omuzlarım düştü. Eve girince annem dayımı sordu. Dedeme gitti deyince öyle tatlı gülümsedi ki içimin acısını annemden çıkaracaktım. Boğazımda bir düğüm, hıçkırsam rahatlayacaktım. Yapamadım.
Ertesi sabah telaşlı bir güne uyandık. Kocannem kasabadan ara ara işlerini gören iki kadını yardıma çağırmıştı. Yapılacak ne çok iş vardı. Babamı oradan oraya koşturuyordu. İki kere ilçeye yolladı. Getirdiklerini beğenmedi. Bir daha yolladı. Komşu kadınları azarladı. Birinin yaptığı ütüyü beğenmedi. “Yabanın hödüğü!” dedi. “Eline ütü almamış mı hiç?” Annemin zaten adı yoktu. Hiç yoktu. Fırçanın bini bir para! Ele güne karşı demeden söylendikçe söyleniyordu.
Dayım? Ya dayım?
Dayım da yoktu. O an fark ettim. Adı da yoktu kendi de! Dayımı hiç görmemiştim o gün. “Kocaana dayım nerde?” mi dedim, “Kocaana dayımı nereye gönderdin?” mi dedim, hatırlamıyorum. O da arandı etrafını. Yoktu dayım.
“Burada değil miydi?” dedi. “Çık bak şuna!”
Çıktım. Ardımdan annem yetişti. Merdiven yerinde kolumdan tuttu.
“Yavrum” dedi. Gözlerinin içine baktım, korkuyordu annem.
“Dayını seviyorsun değil mi?”
Şaşırdım birden.
“O ne anne? Ne demek sevmek!” dedim.
Avucunda terden ıslanmış bir kağıt uzattı.
“Bunu kocannene götüreceksin. Dayımın yatağında buldum, diyeceksin. Başka hiçbir şey deme!”
İçim bir hoş oldu. Annemin korkusu bana geçti. Titreyen ellerimle kağıdı açtım. Dayımın el yazısını gördüm. Firdevs adını gördüm. Korkum geçti birden. Dayımı sevdim. Hem de çok. Kocanneme giderken sevinçle kağıdı yeniden okudum.
“Firdevs’e gidiyorum. Dünyanın öbür ucuna. Böyle olsun istemezdim ama beni dinlemediniz.”