Haftanın Güncesi
Günlük tutma trenini kaçıran, gençlik yıllarından itibaren yaşadıklarını bir kenara not etme fırsatını ıskalayanlar; geçmişe dönüp hatıraların gölgesine sığınıyor hayalinde sıklıkla. Ben de öyleyim. Anlık heyecanları, duyguları; günlük düşünceleri ve gelişmeleri yılların tozlandırdığı sayfalar arasından günümüze taşımayı başaramadım. Peki geç miydi günlük defterinin kapağını aralayıp ilk sayfasına tarihi not ederek o deneyimi yaşamak için?
Geçen haftalarda bu heyecanı tecrübe etme fırsatı yakaladım. Rutin bir hafta boyunca yaşadıklarımdan, düşündüklerimden, okuduklarımdan, sosyal medyada karşılaştıklarımdan kayda değer bulananları not almaya çalıştım. Ve bir kez daha hayıflandım, bunu neden daha önce yapmadığıma. İnsanın, hayatına anlam ve değer katmasının bir yolu da; bir beyaz sayfanın satırları arasında günü gününe kendisiyle dertleşmekmiş meğer. O günkü düşünceleri heba etmemek, duyguları bir buket gibi defter yaprakları arasına sarıp sarmalakmış insanın bir ihtiyacı da.
Peki neler yapmışım bu mûtad bir hafta içinde? Adı üstünde mûtad, rutin günler… Özel ne yapmış olabilirim ki, sorusu geliyor insanın aklına. Ancak günlük notlara göz atarken karşılaşılan paylaşmaya değer kısımlar, mânidar düşüncelere de sevk ediyor insanı. Günün duygusunu, haftanın ruhunu o satırlar arasından okumak da mümkün oluyor.
Bir kitap okumuşum o hafta. Zülfi Livaneli’nin ‘insanlık ağacının kırılmış dalı’ olarak tanımladığı Ezidi’lerin, Ortadoğu’nun son dönem kaotik ortamanında karşılaştıkları akıl almaz mazlumiyetine ışık tutan bir roman. ‘Huzursuzluk’ ismini uygun bulmuş Livaneli kitabına. Ortadoğu’dan ABD’ye uzanan geniş bir coğrafyada, muhteris yöneticilerin ortaya koydu kanlı tabloda ‘insan’ın nasıl ihmal edildiğini, nasıl değersizleştirildiğini; insanlığın nasıl yok edildiğini gözler önüne seriyor hikaye. Acının ötesine geçen, hislerde duyum eşiğini aşan insanın, suskunluk hâllerini başarıyla betimlemiş yazar. Atomu parçalamaktan daha zor olan önyargıları parçalamaya da çalışmış Livaneli bu kitabında, Suriye’den Mardin’e, İstanbul’a ve ABD’ye uzanan geniş bir coğrafyada. Yarım kalan hikayeler, yarım kalan hayatlar, yarım kalan duygular sayfalarda sıra sıra kendine yer bulmuş.
Aynı hafta içinde dost tavsiyesi üzerine bir film seyretmeşim ve not etmişim günlüğüme. ‘Belfast’tı adı filmin ve onun da hüzünlü, acı dolu bir hikayesi vardı. 1969’da İrlanda’da yaşanan olayları siyah-beyaz görüntülerle getiriyor ekrana. Bir gözlerini, bir ayaklarını geride bırakarak memleketlerinden ayrılmaya, göç etmeye zorlanan bir ailenin dramını konu ediniyor film. Dünyanın her yerinde savaşlar, mücadeleler, ayrılıklar, göçler hep ola gelmiş ve yerinden, yurdundan edilmiş insanlar. Hayatlar, hikayeler yarım kalmış. Çocukların, gençlerin masum duyguları da yok edilmiş, büyüklerin çok büyüttükleri davalarının gölgesinde. Filmde de işte yine din-mezhep-inanç farklılığı yüzünden ortaya çıkan karışıklıklar, kavgalar ve verilen kayıplar gözler önüne serilmiş; ‘İnsanların öldüğü hiçbir dava haklı değildir.’ sözünü haklı çıkarırcasına.
Aynı hafta yeni bir kavram öğrenmişim ve not etmişim günlüğe: ‘bambi sendromu’ Yavru bir geyik dağda insanlarla karşılaştı mı, insanlar ne güzelsin, deyip sever geyiği. Fakat insanlar uzaklaştıktan sonra, yavru geyik; ailesine geri dönemezmiş. Bedenine sinen insan kokusu yüzünden ailesi onu reddedermiş. Sürüden dışlanan yavru geyik en nihayetinde ölürmüş. Bambi sendromu olarak kavramlaştırılmış bu durum; hayvanların insanlaştırılmasına, sonra da yok edilmesine ulaşan süreci ifade ediyormuş.
Eylül ayı gelir de bizim günlüğe sonbahar rüzgarı uğramaz mı hiç? Ağaçta tutunacak dal bulamayan yaprakların, güz renklerine bürünüp başımız üstüne konmasını da not etmişim elbet. ‘Güz Geldi Ömür Hanım’ şiiri eşliğinde yaprak yağmuruna maruz kalan insanlarınların sosyal medyadaki paylaşımını da es geçmemişim; bir beyit eşliğinde:
‘Nâm u nişane kalmadı fasl-ı bahardan,
Düşdü çemende berg-i dıraht itibârdan.’ (Bâki)
Sosyal medya demişken… Ne kadar ağır ve yorucu bir gündem vardı orada! İnsan; çoğu zaman takip etmeye korkuyor, yüreği ağzına gelecek diye. Acının ötesine geçen, duyum eşiğini aşan suskunluklar; kitaplardaki ve filmlerdeki karakterlerde kalmıyor. ‘Narin’ çiçeklerin katledildiği haberleri; sayfaları, ekranları gece gündüz baştan başa dolduruyordu hafta boyunca. Gözaltındaki, kendini korumaktan mahrum kadınlar hakkındaki akıl almaz kötü muamele iddiaları acının bir başka koyu karanlık rengiydi. Kimi, hikayesinde Filistin’in mazlumlarına yer verirken; başka bir sayfada kocasından ölümüne dayak yiyen bir kadının kısa görüntüleri boy gösteriyordu. Diğer taraftan sokak hayvanlarıyla ilgili düzenleme de tartışılmaya devam ediyordu hafta boyunca, bambi sendromunu akıllara getirircesine. Bu haberleri takip eden vicdanlı bir kimse; Cahit Zarifoğlu gibi ‘Ben bu çağdan nefret ettim, etimle kemiğimle nefret ettim…’ demez mi hiç? Ya da ‘Geldik, çağı gördük ve ürperdik.’ diyen Sezai Karakoç gibi ürpermez mi bu çağdan?
Haftayı özetleyen sözler ise, o günlerde yine sosyal medya hikayelerinde siyah-beyaz tonlarda karışık olarak verilen onlarca sözcük arasında kan kırmızı rengiyle capcanlı duran bir cümle idi: “Biz Bu Ülkede Kadını, Ağaçları, Doğayı, Çocukları Koruyamadık!”