Gün Evini-8 / Dört Elementle Sınanan İnsanlık Hafızası
17 Eylül, Salı
Sonbahar. Hüzünlü eylül. Evde tek başına kalma zamanlarının başlangıcı. Bu sekizinci yıl olacak.
Son zamanlarda okumalarım tasavvuf ağırlıklı. Ama yoğun bir okuma değil. Gam denizine batacak gibi olduğum, kabz boyalı haller, haletler.
Bir derviş pirine soruyor. Zaman on birinci asır olmalı.
“Efendim, bir gün gelir de sohbetinden istifade edeceğimiz, gölgesine sığınabileceğimiz gerçek şeyhler kalmazsa ne yapalım?”
Pir cevap veriyor:
“Gerçek pirlerin sözlerini ve hallerini nakleden kitaplardan günde sekiz varak okuyun.”
Sekiz yaprak, yani on altı sayfa.
Pirlerin hallerini ve sözlerini nakleden kitaplardan okuyorum.
Pirinin daima abdestli olduğunu aktarıyor, kendisi de önemli bir silsilenin piri olan hazret. Sonra ekliyor, günde yüz kez abdest alması gerekse bile. Ben abdestli gezemiyorum. Abdest tutamıyorum mazeretine sığınıyorum çoğu kez. Bu “yüz kez abdest alması gerekse bile” kaydı düşündürücü. Yüz gerekmez sanırım benim abdestli durmam için. Belki 15-20. Kim bilir.
Az yemek, az uyumak, az konuşmak… Hatta konuşmamak, gerekmiyorsa. “Pir,” diyor, “başı açık namaz kılmaz, yemek yemezdi.” Namaz neyse de yemek? Başka bir yerde vasiyet ediyor dervişlere: Yemeği sadece acıkınca ye. Az ye. Yavaş yavaş ye. Kıtlıktan çıkmış gibi yumulma. Yemeğe abdestli otur ve her lokmada Allah’ı an. Bu şekilde yenen yemek ibadet için güç verir. Gafletle yenen yemek, haram lokma, masiyet işlerken gerekecek güce dönüşür.
Kardeşlerimle konuşurken aktarıyorum. “Adamların yemek yemesi bizim ibadetimizden daha ibadet, huşusu hudusu yerinde,” diyorlar. Öyle. Gülüyoruz. Ama gülünecek şeyler değil.
Yakınlardaki bir antik kente gittik çocuklarla. Muhteşem bir şehir. Kocaman sütunlar, her biri bir sanat eseri olan lahitler. Tapınaklar, hamamlar, heykeller…
Eski bir arkadaş: “Epey satır, dize birikmiştir zihninde,” diyor. Düşünüyorum. Dize yok. Gezerken “Felak” suresi okudum çokça, “Nas” suresi biraz. Helak olan kavimlerin ören yerlerinden nasıl geçileceği ile ilgili hadisler aklıma geldi. Ama bunlar helak olmuş sayılır mı bilmiyorum. Yavaş yavaş, zamanla yok olmuş ya da dönüşmüşler. Şehrin en görkemli zamanı MS. 250’den sonra, demek hakikat nuru tulu etmiş ama henüz farkında değiller. Pagan tapınaklar yapmaya devam ediyorlar. Sonra o tapınaklar tadilatla kiliseye çevrilmiş, asırlar sonra bir yangınla tahrip olmuş. Arkadaşıma diyorum ki, satırlar, dizeler biriktirdiğimi sanan arkadaşıma: “İnsan ölümlü, onu anladım. Ne imparatorlar, ne önemli olduğunu düşünen adamlar yaşamış gitmiş, lahitlerinin içinde değil kemikleri. O kadar emekle mermere oyulmuş son istirahatgahları birer sergi malzemesi olarak teşhir ediliyor. Üzerindeki kitabeyi okuyabilen/okuyan, rahmet dileyen biri var mı ki sergiyi gezenler arasında? Pek ihtimal vermem. Herkes, mermere oyulan şekillerin muhteşemliğine odaklanmış. Dünya fani. Gelen gider, giden gelmez.”
Sonbahar da öyle. Her yıl yeniden geliyor gibi görünse de götürdükleriyle geri gelmiyor aslında.
19 Eylül, Perşembe
Bazen uzun içine kapanma dönemleri yaşadığım oluyor. Bir şeylere takıldığım, kimseyle konuşmak istemediğim zamanlar. Biri arasa, bir arkadaş hep ben arıyorum filan demese belki bir parça faydası oluyor bu durumdan çıkmama. Veya güzel bir okuma, dinleme. Olmadı, kendimi toplamam için biraz gayret etmem, ihmal ettiğim şeyleri öncelik sırasına koyup, en kolaylarından başlayarak bazılarını yapmam gerekiyor. Sonra kolaydan zora diğer işler… En zorlarına çoğu zaman sıra gelmiyor zaten.
İhmal ettiğim şeylerden biri “geceze”de en son yayımlanan iki yazıyı okumaktı. Sabah okudum. Yusuf Beylerin piknik macerası ve Semih Hocanın yakılan kitaplarla ilgili yazısı. İlginç yazılar.
Yakılan kitaplar daha pek çok yazının konusu olur. Bu konuda derin acılar, kapanmayacak yaralar yaşayanlar var. O Bosnalı şairin aksine yaz sıcağında, içinin yangınını ölçererek kitaplarını yakanlar var. Uzun hikaye…
Ayrıca şöyle bir şeyler var zihnimde ama mevsuk değil. Nerden geldi de hurda malumat olarak beynimin bir köşesinde yer etti bilmiyorum. Kitap tahribi, kağıdın icadından öncesine dayanıyormuş. İlk tahrip edilen eserler kağıt veya papirüs üzerine yazılan kitaplar değil, kil tabletlermiş. Bu eserleri tahrip için dört elementten ateş değil su kullanılırmış.
Bir bilgi daha. Yine kaynağı belirsiz, şüpheli ama nerden geldiyse bu bilgi de yer etmiş zihnimde. Eskiden bir kral yeni bir ülkeyi fethedince oranın tabletlerini tahrip eder, yazıtlarını kazırmış. Tarihi tekrar yazdırır, düşman ülkenin krallarının ve hatta tanrılarının adını tarihten silermiş.
Yani?
Yani, 1984 bir distopya değil de bir tarih belki. Belki biz hep muktedirlerin ağzından dinlediğimiz için kahraman bildiklerimiz kahraman, büyük devlet adamı bildiklerimiz büyük değil. Neyse ki müstebitler şecaat arz ederken sirkatlerini anlatıyorlar da tarih yazdırırken ne mal olduklarını bir parça idrak edebiliyoruz. “Filan şehre girdik, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadık…” İyi halt ettiniz.
Su, ateş, hava, ve toprakla sınanan; onlardan geriye kalan bir medeniyetin çocukları insan evladı. Suya verilen kitaplar; yakılan, külü göğe savrulan; toprağa gömülen kitaplar…
Gök ehli, su ehli istifade etsin diye olabilir mi bu?
Ya da ne bileyim, toprağa gömülen kitaplar başak verip yediveren güllere dönüşebilir mi?
Tarih bir Molla Kasım mı? Kitapların hamını hasını sigaya çektiğini mi düşünüyor?