Gün Evini – 10 / Beyaz Kuşla Tefeül, Kaza Okunun Siperi
14 Ekim, Pazartesi
Az önce balkona çıktım, bir derin nefes alıp içeri girdim. Bir dosyaya başladım, başlangıçlar zordur, heyecanlandım sanki. Neyse, anlatacağım o değil, bahçeden bir alakarga uçtu, ilerdeki boş alana zeytinlerin birine daldı, sonra biri daha. Alakargalar güzel kuşlar, mavili, beyazlı, kahverengili tüyleriyle daldan dala uçmaları da güzel. Geçenlerde, iki hafta kadar oluyor, tuhaf bir kuş gördüm. Yine balkondaydım. Bazen aksattığım günlük okumalarımı yapmak için çıkmıştım. Önümden beyaz bir kuş uçup bahçedeki ağaçların birinde kayboldu, kalktım, dikkat ettim, güvercin değildi bu, kumru da değildi. kuyruğunda bazı siyahlıklar olsa da beyaz bir kuş ama tipine baksan karatavuk. Şaşırdım, tanımlamakta zorlandım… Bir sevdiğimle ilgili haber bekliyordum, hayra yordum beyaz kuşu. Belki iyi bir haberdir, dedim. Ama içimde bir tedirginlik var öte yandan, ölen birinin kuş suretinde yakınlarıyla selamlaşıp gittiği şeklinde anlatılanlar geliyor aklıma. Kuş bahçede, ağaçların arasında değil içimde sanki. Neyse kötü bir haber gelmedi. Şükür. Bir hafta kadar geçti, aynı kuşu tekrar gördüm. Gerçek bir kuş olduğuna ikna oldum artık. Beyaz ama tipi karatavuk. Karatavuk adı üstünde kara olmalı, beyazı oluyor mu acaba? Kafam karışık, acaba albino karatavuklar oluyo mu diye düşünüyorum şimdi. (Googleladım, oluyormuş.)
22 Ekim, Salı
Ellerim donuyor sanki, ayaklarım üşüyor. Şöyle biraz çıksam dışarısı nispeten sıcaktır ama… Parka kadar yürür gelirim belki birazdan. Hüzün. Hakkım var bence. Sonuçta güz, hicran mevsimi. Dünya fani. Ölümler ve ayrılıklar yurdu. Külbe-i ahzan.
15 Kasım, Cuma
Okulların ara tatilinde birader geldi, fırsattan istifade köye gittik. Çokça mezar ziyareti yaptık. Yakınlarımız sonbahar yaprakları gibi dökülüyor. Teyze oğlu, dayım. Daha yeni amcamı uğurlamıştık. Geçen yıl iki hala. Uzayıp gidiyor liste.
Çıtırdayan ceviz yapraklarını ezerek artık yanımızda olmayan kardeşimin evini açtık. Balkonu süpürüp bir iki örtü, birkaç minder çıkardık. Gündüz güneş varsa ılıktı hava, geceler ve gölgeler soğuk. Soba zaten hep orada, kaldırmamıştık, kovayı doldurup yaktık. Geçmişe yolculuk gibi. Köy kahvesine çıktık bir kez, bir mevlit vardı, orada gördüklerimize selam verdik, konuştuk. Aynı köy, zamanda yolculuk gibi bir baksan, bir baksan gidenler çok şeyi de birlikte sürükleyip götürmüş.
Köyde sofiler var bizim. Güzel insanlar, mütevekkil, hallerinden ve etraflarını saran yoksulluktan memnun. Akrabadan biri var, sohbet yapar, rehberlik yapar, turlar düzenler bir yerlere giderler arada. Akraba ziyareti yaparken onu da gördük, iki arkadaşıyla beraber duvar örüyorlardı. İyi bir ekipleri var, çok iyi taş duvar örüyorlar. Derin mevzular açtı iki arada bir derede.
Bir başka akrabayla bir akşam yanımıza geldiler. Çay içtik. Aslında yorgundular, yine de epey oturduk. Eskiden tefsir, fıkıh kitapları okur, okuduklarından anlatırdı. Çok okur, iyi okur ama dil olarak altyapısı zayıf. Artık iyice derin mevzulara dalmışlar. Tevhid dersleri yapıyorlarmış dar dairede. O konulardan bahsettiler, tevhid dedikleri bildiğin vahdet-i vücud. Halleri, tavırları ciddi, bir huzur tatmışlar belli, hal ehli bir adam akraba. Yine de çok tehlikeli sularda geziniyorlar. Türkçe eski kelimelerle, Arapça ibarelerle sorunu var; ama yanlış şeyler değil çıkarımları. Mesela “Ârif ânı seyreyler” diyor, mısradaki “anı” sözcüğünün “onu” demek olduğunu bilmiyor, “ân” olarak ele alıp açıklıyor, yine de güzel şeyler çıkıyor. “Fena -fi’ş-şeyh”, “fena fi’r-resul” ifadelerini şeyhten geçmek, resulden geçmek olarak açıklıyor, yine de son tahlilde tuhaf olmuyor çıkarımlar. Bir Yunus ilahisinde geçen “koçmak” fiilini “koşmak” olarak okuyor, yorumda sorun yok. İlginç bir gözlemdi benim için. Daha çok halle ilgili olabilecek yaklaşımları toplantılarında sohbet konusu olarak ele almaları biraz endişelendirdi beni, inşallah fazla savrulma yaşamadan toparlarlar da yine daha mutedil okumalara dönerler. Bu arada manevi konularda çok sorunlu olmayan düşünceleri güncel meselelere de tatbik ediyorlar sanırım bazen, o zaman iş iyice karışabilir, Allah muhafaza.
O gecenin sohbeti, öğrencilik yıllarımda tanıdığım bir arkadaşı hatırlattı bana. Risale-i Nur okurdu. Onun da sözcüklerle biraz sorunu vardı sanırım. Önce bir iki sayfa okur, sonra konuşmaya başlardı. Bir bakardım, okuduğu metinle anlattığı konu hiç örtüşmüyor. Bazen söyleyeyim derdim, sonra vazgeçerdim. Çünkü okuduğunu açıklamasa da yanlış şeyler anlatmıyordu sonuçta. Bir şekilde kulaktan dolma da olsa edindiği bilgileri aktarıyordu. Belki bir cümle, belki birkaç sözcük o konuları çağrıştırıyordu belki, zaten parçayı da anlamadığı için oradan tutturup gidiyordu. İyi adamdı, sanırım vefat etmiş, Kastamonuluydu, annesi kuşburnu marmelat, tereyağı filan gönderirdi. Biz de istifade ederdik. Allah rahmet eylesin.
18 Kasım, Pazartesi
Bir ay önce kütüphaneden aldığım iki kitabı teslim ettim bugün. Kitapları aldım almasına da, hiç elim varmadı önce, süresi doldu, uzattım. Baktım yine dolacak süre, köyde başladım birine, gelince bitirdim. Sonra diğerini.
İkisi de epey tiraj yapmış popüler romanlar. Aslında pek okumuyorum artık bu tür kitaplar ama okumam gerektiğini düşündüm. “Od” Yunus Emre hakkında, İskender Pala yazmış. “Serenad”, Zülfü Livaneli’nin romanı. Yazmayı düşündüğüm bir konu için fikir verir diye bakmak istedim “Od”a. Aslında fena değil. Bir çerçeve hikâye bulmuş, gerek var mıydı bilmiyorum. Hoca epey okumuş, arkadaşlarından, çevresinden danışmanlık yardımı da almış. Ama çok yerde epey didaktik olmaktan kurtulamamış. Bu çağın değerlendirmeleriyle, bilgileriyle konuşuyor bazı kahramanları. O dönemi, bu dönemin bir tarih hocası gibi anlatıyor. Sorunlu bir tutum. Bazı bilgilerde de hata vardı sanki. Dönemi anlatırken Gürcü prensi Tamar diyor mesela, Tamara’ya prenses dese daha iyi olurdu en azından. Ben olsam kraliçe derdim. Her ne kadar Gürcüler “Tamar Mepe” deseler ve mepe “kral” anlamına gelse de o bir kadın. Tamara Kafkasya’da hâlâ çok yaygın bir isim. Akdamar efsanesinden, çayda çıra oyunundan bilinir bizde de. Aslında Tamara ismi Sami kökenli bir kelime. Palmiye veya hurma demek. Arapçada da temr diyorlar hurmaya yanlış hatırlamıyorsam. Daha doğrusu ağacı nahl, meyvesi temr olmalı. Bir de hoca, Anadolu’daki Türkmenlerin Kıpçak kökenli olduğunu düşünüyor sanırım. Benim bildiğim Türkmenler Kıpçak değil Oğuz kökenlidir. Her ne kadar bazı metinlerde Karluklara da Türkmen dendiği söylense de Kıpçaklara dendiğini görmedim. Her neyse, ufak tefek şeyler bunlar.
Asıl tuhafıma giden Yunus Emre’nin babasını, dedesini kurgularken Türkçü bir tavır sergilemesi oldu. Bir ak sakallı dede, çocuklara Bozkurt, Ergenekon gibi efsaneler anlatıyor. Benim kafamdaki Yunus ve dönemi için pek olacak şey değil bunlar. İskender Hocanın da bunları çok olası göreceğini sanmazdım, acaba okur ütmek için mi böyle şeyler ekledi diye düşünmeden edemedim. Sonra Tarkan filmi gibi kahramanların yanında evcilleşmiş bir kurt; Tapduk Emre’nin bir çeşit gizli teşkilatı vs… Gerek var mıydı gerçekten böyle şeylere…
Hasılı çok şey öğrendim kitaptan. Nasıl yazmayacağımı, nelere dikkat etmem gerektiğini… Ama üslup iyi sayılabilir ve başta biraz tutuk gitse de kitap kendini okutuyor. O dönemde Anadolu’da hangi güç odakları vardı sorusunun cevabını vermek için de epey çaba sarf etmiş ve başarılı olmuş sanırım. Haşhaşileri fazla mı munis göstermiş bilemedim.
“Serenad”ı Livaneli’den daha önce hiçbir şey okumadığım için almıştım. Herkesin okuduğu bir yazardan hiçbir şey okumamak sorun oluyor bazen. Konuşmalara katılamıyor insan. Pişman olmadım. Çok önemli bir sorun ve trajik bir olay ele alınmış Serenad’da. Kurgu iyi bence, anlatımda bazı kusurlar var ama önemli değil. Editör metni biraz kısaltabilir miydi bilmiyorum. Kahramanın günlük hayatıyla ilgili rutinler daha ekonomik anlatılabilirdi sanırım. Bir de bu kitapta da didaktik yerler var. Bazen yarım sayfa bir sayfa bilgi veriliyor. Neyse. Artık bir fikrim var Livaneli ile ilgili.
23 Kasım, Cumartesi
Kısa bir yürüyüş yaptım bugün, yağmur çiseliyordu, yürümeyi kesmedim yine de. Masada çok kitap birikmiş, yapmayı düşündüğüm okumalar, işler güçler. Biraz sadeleştireyim dedim. İşin doğrusu kitaplıkta yer olmadığı için masada duruyor kitaplar biraz da. Şu kadar yaşım var, şöyle bütün kitaplarımı keyiple istifleyeceğim bir kitaplığım olmadı henüz. Önce her gittiğim yerde epey kitap bıraktım, dağıttım durdum. Bir şekilde getirdiklerimin de çoğu köyde kaldı. Gönlüme göre bir eve yerleşip kitaplık yaptıramadım. İşte şimdi biraz masayı topladım, raf üstlerine, bazı rafların önlerine sıkıştırdığım ikinci sıralara sıkıştırdım bazı kitapları. Bu sadeleştirme isteği aslında zihnimi sadeleştirme arzusundan. O kadar yarım kalmış, okunacak kitap, yazılacak yarım dosyalar varken önceliklerle ilgili kafa karışıklığı yakamı bırakmıyor haliyle. “Aslında önemli olan bu.” dediğim iş bir bakmışım hep ertelenen iş olmuş. Çünkü salim kafayla yoğunlaşmak için önce küçük lokmaları halletmek lazım. O küçük lokmalar kocaman bir tabak tirit olmuş, üstüne başka lokma imkânsız, ayrı mesele.
25 Kasım, Pazartesi
Gece kalktım, kış günlerinin gecesi uzayıp gidiyor ya ondan. Gece dediğim beş buçuk ama daha imsak saatine neredeyse bir saat var. Hava soğuk, sırtıma hırkamı alıp balkona çıktım az. Göğe baktım. Elbette tek tük ama yıldız yok değil. Az da olsa yıldız var her zaman. Yani Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Yıldızların seyrini et seyran gecelerde” çağrısı, Necatigil’in o harika radyo oyunundaki kahramanın kulağına hâtiften gelen “Yıldızları gördün mü?” sorusu şehirde tamamıyla boşa çıkıyor denilemez.
Bir iş için masada duruyordu Divan, kaldırmak için elime aldığımda bir mısra dikkatimi çekti:
“Ger tîr-i kazanın siperi var ise söyle.” Hazret sanki “İyi de üstat, tevekkülü biraz abartmıyor musun? ‘Tedbirini terk eyle’ demek de fazla değil mi?” diyen bir muterize cevap veriyordu bu dizeyle.
Peki tevekkül etmeyeceksin de ne edeceksin? Allah’ın mülkünden kaçıp gidebilecek misin? Kaza okundan korunmaya yarayan bir siper mi var? Varsa söyle.
(Bu düşünceleri yazıya geçirmeden önce aklımda olmayan bir şey birden aklıma geldi bu arada. Kaderden değil ama yayından çıkmış kaza okundan korunmayı sağlayacak bir kalkan var sanırım. Belaları savan sadaka mesela, kazadan kaçıp sığınabileceğimiz atâ siperi.)
Az önce eski bir dostu aradım. Bakıma muhtaç çocuğunun başında bekleyen eski bir tarih öğretmeni. 25 yaşındaki oğlanın şimdiye kadar söylediği tek cümle bir yaşında durup dururken “La ilahe illallah” demesi olmuş. Neyse ki emekli olmuş arkadaşım. On üç bin lira aylık alıyormuş. Şeker hastalığı ayağına vurmuş, üst üste birkaç ameliyat geçirmiş. Evde bastonla yürüyorum, diyor. Kaza oku üst üste geliyor bazen işte. Başını o oklara tutmaktan başka ne yapsın? Şikayetlenmedi yine de, öylesine, sıradan bir şeymiş bunlar gibi konuştuk.
Var mı acaba tîr-i kazanın siperi? Varsa nedir, nerededir, yine teslim, yine tevekkül, yine tefviz değilse?