Turgay Bayburt

Bir Diriliş Öyküsü: Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Okuma süresi: 7 dakika

Herkesin halinden şikâyetçi olduğu, mutsuzluğun bir salgın gibi yayıldığı zamanlarda, ümitsizlik ve “öğrenilmiş çaresizlik” bir miras gibi gelecek kuşaklara aktarılır. Kitlelerse hep bir kurtarıcı bekler. Hem fert hem de toplum çapında bir diriliş, hava gibi su gibi özlenir ve istenir lakin büyük değişimler, küçük adımlarla yürünen zorlu ve uzun bir yoldur. Uzun yol ise, uzun soluklu kişilere ve işlere ihtiyaç duyar; sabır gerektirir. Bundan dolayı yolcusu az olur. Hâlbuki her değişim, ferden fedakârlık ister. Zahmetsiz ve birdenbire gerçekleşen değişim yoktur.

Her ne kadar kitleler ve yöneticiler, her zaman kolay ve hızlı çözümün peşinde olsalar da, tepeden inme gerçekleşen değişimler ve dönüşümler sadece görünümden ibaret kalır. Evet, meseleyi derinine inerek tahlil eden ve çözümün fitilini ateşleyen birilerine her zaman ihtiyaç olsa da, öylesi ender kişiler nadir olarak gelir ve de kolayca anlaşılmaz; çeşit çeşit engellerle karşılaşır. Neticede halk, “cahillik, fakirlik ve kamplaşma” gibi üç büyük hastalığın pençesinde kıvranır durur. Böylelikle, beklenen diriliş ya da uyanış bir türlü gerçekleşmez.

Hastalığın teşhisi çok önemlidir fakat tedavisi tek tek şahıslara bağlı olduğundan hiç de kolay değildir. İşin en üzücü yanı ise, “Böyle gelmiş böyle gider” anlayışını benimsemiş insanların tedaviye ihtiyaç hissetmemesidir. Bu hali gören ve çözüm arayan, bulamayınca da ışığı sönüp kaybolan nice aydın gelip geçmiş olsa da, böylesi işlere kendini adamış, çelikten iradeli kimseler sayesinde, kitlelere mal olan büyük dirilişler hep olmuş ve olacaktır. İşte sözü, dünyada ender rastlanan bir dirilişin konu edildiği ve cümlelerle ifade etmekte zorlandığım bir kitaba, “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”ye getirmek istiyorum.

Daha önceden haberdar olduğum fakat kıymetini okuduktan sonra fark ettiğim bu diriliş öyküsü, tek kelimeyle muhteşem. Ve aslında, Anadolu insanı için çok da tanıdık bir durum. İlk okuduğumda, etkilendiğim halde edebiyata dâhil etmekte tereddüt ettiğim; fakat bir kez daha okuyunca, edebiyat dışında sayamadığım bu kitap, Rus yazar Grigory Petrov tarafından kaleme alınmış. Bilgece yazılan ve benzeri az görülür bir enerji kaynağı olan söz konusu eser, gönül rahatlığıyla herkese tavsiye edilebilir. Çünkü okuyunca aksiyona dönüşme potansiyeli taşıyor.

Konusu, özelde Finlandiya’nın diriliş öyküsü olsa da, okuyup da etkilenmeyen kalmamış gibidir. Asker ya da sivil pek çok öncü, bir şekilde okunması ve elbette pratiğe dökülmesi için çabalamış. Diriliş rüyası taşıyan kimi öncüler de, adeta bir program olarak benimsemiş bu kitabı. Fakat Bulgarlar, “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”yi, neredeyse milli bir kitap olarak benimsemiş ve kütüphanesinde olmayan cezalandırılmalıdır noktasına kadar götürmüşler işi. Bugün, başta ülkemiz ve sair Müslüman milletler olmak üzere, Afrika halkları dâhil, medeni dünyada söz sahibi olmayı arzulayan bütün milletler için, kesinlikle ilham kaynağıdır.

Grigory Petrov, özellikle üzerinde durulmayı hak eden bir aydın olsa da, kendisi, diriliş öncüsü olarak, pek çok “en”i üzerinde toplayan bir isme çevirir nazarlarımızı. O isim, bir halk öğretmeni, bir fedakâr bilge olan Johan Wilhelm Snelman’dan başkası değildir. Snelman (1806-1881), ülkesinin, komşuları İsveç ve Rusya tarafından esaret altında tutulmasını sindiremez. Öz yurdunda ikinci sınıf vatandaş konumunda yaşamayı ar görür. O tam bir aksiyonerdir ve toplumun problemlerini ve bu problemleri ortadan kaldıracak çareleri çok iyi tespit eder. Bir yandan akademisyen, öğretmen, din adamı, avukat, memur, doktor ve askeriyle bütün eğitimli insanları, çözümün bir parçası kılarken, bir yandan da “Sayma” adında bir gazete çıkarıp ülke insanını farklı bir yoldan aydınlatmaya çalışır. Halkın eğitilmesi ve eğitimin yaygınlaşması amacıyla adeta bir seferberlik ilan eder.

Durup dinlenmeden çalışır. Öyle bir yol izler ki, hastayı yanına çağırmak yerine, şifayı onun ayağına götürmeyi benimser. Kışları kayakla, ilkbahar ve yazları ise kayıkla, ve bazen de yaya olarak Finlandiya’yı bir uçtan bir uca dolaşır. Halktan insanlarla tanışır ve onlarla mektuplaşır. Akademisyenleri, sarsıcı konferanslar için halkın arasına karışarak konuşma yapmaya teşvik eder. Özellikle ve özellikle öğretmenlere odaklanır. Eğitimi en önemli hamle olarak görür. Bir ışık doğacaksa eğitimle doğacaktır. Öte yandan, zihinleri uyuşturan içkiye savaş açar. Rüşveti büyük bir hukuksuzluk ve bela olarak görür ve kaldırmak için var gücüyle uğraşır. Güçlü beyinler yerine güçlü kasları öne çıkaran futbolu bir mikrop olarak görür ve geri planda tutulması için çabalar.

Snelman, “Gandhi” gibi, her fırsatı ve ortamı değerlendirerek yaptığı konuşmalarla halkını aydınlatmaya çalışır. İnsanları ülkenin ve milletin ortak menfaatinde ve idealinde buluşturmaktır derdi. Sözleri derinden ve sarsıcıdır: “Bütün Suomi’yi büyük bir aile kabul ediniz. Bütün ülkeye de o gözle bakınız. Unutmayınız ki, en yoksul kömürcü, kantarcı, hizmetçi ve dul kadın, bütün bir Fin milleti, sizin kardeşleriniz, hemşehrileriniz ve yurttaşlarınızdır. Bunları eğitmek ve uygarlıkta daha kadim olan milletlerin arasına sokmak sizin görevinizdir. Unutmayınız ki, halkın cehaleti, kabalığı, alkol düşkünlüğü, hastalıklı oluşu, sefaleti, kötü ahlâklı oluşu, bütün bunların hepsi sizin kendi utancınız ve suçunuzdur.” der.

Bilge Snelman, hayatın hiçbir alanını boş bırakmak istemez. Gençlerin faydasız romanlar okumasını bir enerji kaybı ve ömür israfı olarak görerek edebiyatı ve yazarları konuşmalarına dâhil eder. “Don Kişot”un yazarı Miguel de Cervantes’i, “Robinson Crusoe”nun yazarı Daniel Defoe’yu, “Gulliver”in yazarı Jonathan Swift’ni, ismi zikredilen kitaplarıyla birlikte nazara verir. Büyük yazarların, milletin kaderindeki önemine dikkat çeker: “Dahi yazarların önemini bizim toplumumuz henüz kavrayamaz. Şu dönemde bizde de hayatın gülünç yönlerini ustaca tasvir eden bir Cervantes, cücelerden bahseden bir Swift yetişmelidir. Cüce ruhlu insanların basit politik dedikodularını, kısır fikirlerini anlatan biri gelmelidir.” Öyle ki,okuyanların da ufku açılsın. Düşüncelerini çok sade ve herkesin kavrayacağı şekilde anlatan Snelman’ın halkına çağrısı müthiştir: “Ben sizleri fedakârlığa davet ediyorum. Yalnızca kendini feda etmeye hazır olanları çağırıyorum.”

İşin özünde samimiyet, beklentisizlik ve ortak değerlerin yüceltilmesi olunca, bütün bu çabalar yankı bulmakta gecikmez. Sıradan insanlar birer uyanış öncüsüne, bataklıklar ülkesi “Suomi” de beyaz zambaklar ülkesine dönüşür. İnsanlar kendi kendine sorar: “Biz kendi ülkemizde ne yapıyoruz? Milletimizin geleceğinde nasıl bir rol oynuyoruz?” yeniliğe açık her gönülde bir ateş tutuşur.Vakıflar kurulmaya başlanır. Ülkenin çeşitli yerlerindeki varlıklı aileler evlerini kütüphane, konferans salonu veya halka ait eğlence yeri olarak halka bağışlar. Gezici kütüphaneler köy köy kasaba kasaba dolaşır. Önceleri iki üç haftada bir, sonralarıysa her pazar, halka yönelik, sağlıkla, edebiyatla, ekonomiyle ve ahlâkla ilgili konularda sohbetler düzenlenir. Bu konferansları dinleyenlerde daha çok bilgi öğrenmek, ülkenin herhangi bir şekilde ilerlemesine ve yükselmesine hizmet etmek arzusu uyanır.

Kalbiyle konuşan bir profesörün konferansına katılan Jarvinen, Okunen ve Gulbe gibi küçük esnaflar, ülkenin önde gelen girişimcilerine dönüşür. Her biri ayrı dallarda öyle bir sistem kurar ki, uluslararası başarı kendiliğinden gelir. Bunlar, bir yandan kendi çocuklarını okuturken, bir yandan da ülkenin seçme gençlerine maddi destek vererek benzer bir imkân sunarlar. Ayrıca halka hizmet veren kuruluşlara kazançlarından büyük bağışlar yaparlar. Bu noktada, reçel kralı Jarvinen’in, Halk Üniversitesi’nin 25. yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşma tam bir manifestodur. Gerek Jarvinen gerekse ayakkabıcılar kralı Okunen ve yumurtacılar kralı Gulbe, birer milli kahraman olmuştur.

Bu değişim ve dönüşüm öyle bir hâl alır ki, Karokep gibi haydut ve katil olanlar bile halk öncüsüne dönüşür. Bir yanda askerler ve komutanlar, diğer yanda doktorlar, ihmal edilmiş hangi alan varsa o alanda didik didik emek sarf ederler. Aileler, kışla ve hatta sokaklar her açıdan pırıl pırıl bir hâl almaya başlar. Alınan neticeler yapılan işlerin doğruluğunu ve hatta yüceliğini apaçık göstermiştir. Rus hâkimiyeti altında olmayı, bir dezavantajdan avantaja dönüştüren Fin milleti, ne savunma masrafı ne de uluslararası ilişkilerin harcamaları ile uğraşır. Bütün emek ve harcamalarını hep bu dirilişe sarf ederler. Maya tutmuş ve Fin halkı, medeni ülkelerle yarışan ve onları da geçen bir millete dönüşmüştür.

Evet, eser her ne kadar bir aksiyon cevheriyse yazar Petrov da sanki bir aksiyon adamı gibidir. Kendisi de Lev Tolstoy ve Thomas Carlyle gibi bir bilge olan Grigory Petrov, cümlelerini onların fikirleriyle zenginleştirmeyi ihmal etmez. Her millete ve her insana seslendiği eserini adeta nakış nakış işler. Mesela, topyekûn inşacılar olarak halkı nazara verirken son derece aciz ve zayıf ama aynı zamanda ortaya koyduğu eserle son derece güçlü olan mercan poliplerini misal getirir. Liderler için de mercek benzetmesini yapar: “Bir merceği ele alalım. Geniş bir alana dağılmış olan güneş ışığını bir noktada toplama özelliğine sahiptir. Milyonlarca güneş ışığının bir yere toplanmasından parlak bir nokta oluşur. Bu güçlü enerjik nokta, kâğıt, saman gibi yanıcı maddeleri anında tutuşturur; taşı, camı ve demiri kızgın hâle getirir. Çeşitli dönemlerde ve çeşitli milletlerde yetişen büyük adamlar da böyledir. Onlar çiçek açmaya başlayan bir milletin latif rayihasıdırlar.der.

Kitabın satırları boyunca sürüklenen zihin, Grigory Petrov’un özünde de bir Snelman olduğunu görerek tebessüm eder. Tıpkı Snelman gibi Petrov da hayata dair dokunmadık alan bırakmaz: “Zaman geçtikçe nesiller sürekli değişiyor, yenileşiyor. Her nesil, kendisiyle birlikte yeni kavramlar, söylemler, yeni ihtiyaçlar ve talepler geliştiriyor. Yeni nesillere artık eskimiş, zaman aşımına uğramış yönetim biçimleri ve yasalar zorla uygulanamaz.” der ve ekler: “Yeni nesiller için, daha yeni, daha akılcı, daha adil, daha sağlam temellere dayanan yönetim anlayışlarının yasa ve kuralların uygulanması zorunludur.” Çünkü eski yasalar, semavi değil beşerîdir ve çıkaranlar bu dünyadan göçüp gitmiştir.

Zira hiçbir şey yerinde durmadığı gibi, zaman da, nesiller de değişiyor. Günler ve geceler yeni bir güne karışırken, dünya da yeni bir dünyaya dönüşüyor. Kendi milletleri özelinde başlattıkları dirilişle bütün dünyaya ilham veren Finliler, el ele gönül gönüle barış, huzur ve kardeşlik şarkısı besteleyen dünya çocuklarına da ışık tutuyor. Yazarın, bir atasözünden hareketle dediği gibi, “Yeni toplumlar, kendileriyle birlikte yeni şarkılar üretirler.” Melodisi ümit ve mutluluk olan bu şarkılar, dinleyenlerde sevinç gözyaşlarına dönüşür.Böylece bizlere de teşekkür etmek düşer. Teşekkürler Grigory Petrov. Teşekkürler bilge Snelman. Teşekkürler rönesansçı Suomi halkı. Bir öykü ancak bu kadar sarsıcı olabilirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *