İrfan Arslan

Gün Evini – 11 / Yıldızlar Oradaymış Hep!

Okuma süresi: 5 dakika

30 Kasım, Cumartesi

Gerçek bir şahsiyet kurguya nasıl konu edilebilir? Bir sufinin hayatı romanlaştırılsa nasıl olur? Anlamaya çalışıyorum. Bu işi yapanlar nasıl yapmışlar görmek için bu sefer Emine Işınsu’nun “Hacı Bayram” romanını okudum. Sevdiğim romancılardandır Işınsu.  Okuduğum ilk romanın yazarı.

İlkokuldayken kapağı ve künye sayfası yırtılmış bir “Sancı” geçmişti elime, okumaya başlamıştım. Abim gördü, biraz şaşırdı, “Ağır gelmez mi sana” gibi bir şey söyledi sanırım ama ses etmedi, elimden almadı kitabı. Oysa bazen kitaplarını okumamıza izin vermezdi. Kafanızı karıştırır, okumayın, derdi. Bazen de, “O lüzumsuz bir şeydir, yazar saçmalamış,” der, çıkardı işin içinden. Şimdi düşününce 12 Eylül nedeniyle öyle tahribata uğramış olacağını anlıyorum o kitabın. O zaman da kitap yakılan, gömülen bir devirden geçmişti memleket. O yaşta okuduğum romanı, lisede bir kez daha okudum sanırım. Ülkücülerin bayraklaşan şahsiyetlerinden “Dursun Önkuzu”yu anlatır Sancı. Yıllar sonra rahmetlinin yeğeniyle çalışmak nasip oldu. Bu uzun hikaye.

Neyse, efendim, lisede başka Emine Işınsu kitapları da okudum. İlk romanı “Küçük Dünya”yı hatırlıyorum hayal meyal, güzeldi, sonra “Çiçekler Büyür”, birkaç kitap daha olmalı. Ben lise sondayken çıkmıştı “Kaf Dağı’nın Ardında”. O romanla yazarın başka bir alana taşındığını düşünmüştüm. “Nisan Yağmuru”nu okuduğumda ise öğretmendim artık. Öykülerini de o yıllarda okumuş olmalıyım.

Bu sefer eski tadı bulamadım nedense. Kafam karıştı, acaba eskiden roman zevkim çok zayıftı da onun için mi beğenmiştim o kitapları diye düşünmeden edemedim.

“Hacı Bayram”da geçmişe bugünün bakışıyla, yargılarıyla bakıyor romancı. Doğrudan menkıbelerden alınan bölümler daha iyi ama kahramanın tamamen kurguya teslim edilen çocukluğu, ilk gençliği çok zayıf geldi bana. O zamanlarda, o şartlarda yaşayan kahramanlar nasıl düşünürdü, hayata nasıl bakardı diye düşünüyorum. Yok, böyle olması zor. Kuran öğrenen çocuklara mealini de öğretin diye ısrar eden genç bir adam. Bugünün konusu gibi bu. Çok temel konuları, çok basit meseleleri oldukça didaktik bir üslupla konuşan fakihler, müfessirler, sufiler. İnsanlar o dönemde ne tartışıyordu, o seviyede adam ne bilir, ne bilmez düşünmek gerekmez mi?

Konuya nüfuz etmekte zorlanmış bence yazar, belki de zihnini çok zorlamamış, gençler bu kitabı okurken şu meseleleri öğrensinler, bu bakış açısıyla bakmayı öğrensinler gibi bir kaygıyla yazmış kitabı. Önceden okuduklarım da öyle miydi acaba? Yoksa tarihi şahsiyeti kurmacaya konu ederken mi zorlandı yazar?

Editörlük de zayıf üstelik. O kadar insana teşekkür ediyor yazar, okumadılar mı dosyayı acaba? Yoksa onlar da mı fark etmediler mesela üzenginin elle tutulamayacağını. Dizgin demek istemiş olmalı yazar, klavye sürçmesi olmuş, bu ayıp değil aslında; ama editör var, musahhih, son okuma vs… ne işe yarıyor bunlar? Sonra bayram namazından önce kesilen kurbanlar. Hacı Bayram’ın Bayram ismini aldığı günün öncesi. Akşamdan kurbanları kesip ikram edecekleri yemekleri hazırlıyor dervişler. Hadi yazarın ilmihal bilgisi zayıf diyelim, biri “Hocam burayı düzeltelim, kurbanlar bayram namazından sonra kesilir,” demedi mi? Kısacası çok şey öğrendim bu romandan.

Hiç olumsuz karakter yok, düşünmek lazım. Normal değil.

Yazar kahramanları kafasına göre konuşturuyor, olmaz.

Kendi düşüncelerini o devrin insanlarına söyletiyor, bunu yaparken çok rahat. Kolay değil ama o devrin insanı nasıl düşünürdü, olaya nasıl yaklaşırdı diye kafa yormak lazım.

Evet, menkıbelerden alınan bölümlerin işlenişi daha başarılı ama bu diyalogların, olayların arkasında gerçek insanlar var. Onların nasıl bir iç dünyası vardı ki dışa bu cümleler bu fiiller çıktı diye düşünmek, anlamaya çalışmak lazım gelmez mi?

12 Aralık, Perşembe

Hacı Bayram’la beraber rafta gözüme takılan “Mavi Sürgün”ü de almıştım halk kütüphanesinden. Balıkçı’ya övgüler, övgüler. Harika bir dil, muhteşem tasvirler, çok iyi dönem anlatımı. Sanırım anı türünü kurmacaya tercih ediyorum çoğu zaman. Ama bu gerçekten iyiydi. Mütareke yılları İstanbul’unu, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Ankara’yı, kalabalık bir turizm kenti olmadan önceki haliyle Bodrum’u çok güzel anlatmış Cevat Şakir.

4 Ocak, Cumartesi

Üç aylar girdi, orjinal metninden Elmalı Tefsiri’ni okumaya başlamıştım geçen yıl, daha ilk cildin yarısına bile gelmemişim. Kaldığım yerden devam edeyim dedim. Dedim demesine de rafta birkaç yıl önce başladığım bir kitap gözüme takıldı. Mehmet Akif Meali. Kapağını açtım ve zaman algımın nasıl karman çorman olduğunu görüp afalladım. Meğer 2013’te başlamışım okumaya, birkaç yıl dediğim şey on iki yılmış.

Bir terekede bulunmuş dosyaya dayanıyor Mehmet Akif Meali, eksik bir metin, son metinden mi kopyalandı belli değil ama çok büyük ihtimalle Mekmet Akif’in çalışması. Kur’an’ın Tevbe suresinin sonuna kadar meali var kitapta. Akif’in dergilerde, kitaplarda yer alan  eski ayet mealleri derkenar olarak verilmiş. Önce onu bitireyim dedim, birkaç gün sürdü. Aslında aynı yayınevi (Mahya) yakınlarda Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın yeni bir mealini bulup yayımlamış. Üç aylarda onu okumak istiyorum bu yıl ama kitap pahalı geldi. Evde birçok meal varken, uygulamalarda, internette çok daha fazlasına ulaşabilecekken masrafa girmek istemiyorum. Hem nasıl olsa birkaç yıl sonra uygulamalara dahil ederler diye teselli ediyorum kendimi. Hep söylerler ya Üstad tefsirinin başına meal koyarken zamanın ruhundan kaynaklanan bazı çekincelerle çok iyi bir metin koymaktan kaçınmış diye. İşte yeni yayınlanan, merhumun terekesinden çıkan bu yeni mealin o iyi meal olma ihtimali var.

7 Ocak, Salı

İnsan evin içinde nefes alamayacak gibi oluyor bazen. Hava soğuk da olsa, vakit gece de olsa balkona çıkmaya başladım son zamanlarda. Şöyle bir düşünce geliştirdim. Sigara tiryakisi arkadaşlar balkona çıkarken havanın soğukluğundan şikayet ediyorlar mı hiç? Yok. Adamlar belki de hava almak için sigarayı bahane ediyorlar. Olamaz mı? Balkonda derin birkaç nefes. Ufka bakış. Gürültüler kırmızı ışığa denk gelip bir parça kesildiyse ilerdeki çalılardan gelen kuş sesleri…

Bir de göğe bakma alışkanlığı edinmeye çalışıyorum. Yıldızlar köydeki gibi, bir dağ başındaki gibi değil elbette ama şehir göğünde de yıldız var. Ne yazık ki epeydir göğe baksam da yıldızları görmüyordum, meğer hep oradaymışlar. Bulutlar açılınca ortaya çıktılar. Bulutlar kısa mesafeyi perdeliyor yalnız. Evrende küçük bir nokta olan dünyada, dünya atmosferinin bir iki kilometrelik mesafesini. Ama sanki kara bulutlarla sarılınca gözümüzün önü, sanki o yıldızlar biz daha doğmadan milyonlar yıl önce hep orada değilmiş gibi, bizden sonra orada olmayacakmış gibi bir yanılgıya kapılıyoruz işte.

Bugün bulut açılmış biraz, artık sabah yıldızı olmuş Zühre’yi gördüm. Yanında birkaç arkadaşı da vardı.

Benim, küçük benimin sorunları da o bulutlar gibi gelip geçici şeyler değil mi aslında. Bir rüzgar eser, bulutları süpürür… Geceyse yıldızları, belki ayı hatta; gündüzse güneşi görürüm yeniden.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *