Editörden

Soruşturma: Müzik Bizim Neyimiz Olur ya da En Çok Dinlediklerimiz

Okuma süresi: 13 dakika

Müzik Bizim Neyimiz Olur ya da En Çok Dinlediklerimiz

Sevgili Geceze okurları merhaba. Yeni soruşturmamızda Geceze yazarlarına şu soruyu sorduk:

Müzik sizin için ne ifade ediyor ve hayatınız boyunca en çok dinlediğiniz üç Türkçe şarkı ya da türküyü, sizin için ifade ettikleri anlamlarıyla birlikte bizimle paylaşır mısınız?

Yazarlarımızın cevaplarını bize ulaşma sırasına göre aşağıda okuyabilirsiniz:

Meryem Bulut:

Bir Şarkının Hikâyesi Ya Da Müzik

‘Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime /Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime’ Bu şarkıyı sık sık dinlerim. Bu sözlerde susmanın lezzetini duyarım. İnsan kimi kime şikâyet edecek? Şikâyet edenin şikâyetini kim can kulağıyla dinler, bırakın can kulağıyla dinlemeyi dinler mi? Kalp kulağından hiç bahsetmeyeyim. Feryat eden kelimeler hangi kulağa çarpar? Kaldı ki o şikâyete merhem olmak? Hal böyle olunca dilden düşen sözleri azaltmalı.

Uzun yıllar bu şarkı için bir hikâye yazmışım kalbimde. Bir kız/oğlan varmış. Melankolik mi desem, sessiz sakin mi desem, içine kapanık mı desem ya da derviş meşrep biri mi desem bilemedim. Öyle sıkıntılar çekmiş, öyle yaralamış ki hayat onu. Dili olup da olmamanın acısı öyle kanatmış ki kalbini… Dünyası ıssızlıkla dolmuş ama ondan önce kâh bülbül olmuş şakımış, kah yılan olmuş tıslamış, bazen de bangır bangır bağırmış. Yok. Cevap yok! Belki de o anlamamış, orası muhal. Bir gece vakti. Yıldızlar bile koyu bir sessizliğin içinde yüzerken… Bir güzel abdest almış, ellerini açmış. Dudakları kıpırdamıyormuş. Kalbiymiş konuşan. Yıldızları göğe yerleştiren Rabbini düşünmüş. Kaza oklarının birbir gelişini düşünmüş. Söylenen ve söylenmeyen şeyleri düşünmüş. Yaşadıklarını düşünmüş. Ağlayarak dediklerini düşünmüş. O gece kalbini hiç olmadığı kadar dinlemiş. Kolları yorulmuş. Kalbi yorulmuş. Zorlamış kendini. Yorgunluğuna yenilmemek için. Gözlerini kapatınca bu mısralar gözüne görünmüşmüş de öyle çıkmış bu şarkının sözleri. Sonra o kız/oğlan gerçek bir derviş olmak istemiş. Dergâhın kapısına gitmiş. Susması öğütlenmiş. Rabble konuşması dilenmiş. Doğru yerdeyim demiş. Doğru yerdeyim ve gözüme görünen mısralar da doğrudur. Böyle bir hikayeye inanmış zihnim. Kendi uydurduğu hikâyeye. Uydurmuşsam nolmuş yani, kim bu hikâyeye yalan diyebilir? Hâlbuki hikaye bambaşka geçiyor kaynaklarda.

Niye böyle bir hikâyeyle yaşattım bu şarkıyı zihnimde. Şikâyet etmemek üzerine aldığım telkinler mi etkili oldu, kestiremiyorum. Bu şarkı sözleriyle zihnimde sürüklenen hikâyeyi sevdim. Hayatla uyumlu buldum. Kaç kişiye gerçek sevgiler nasip oluyordu? Yerin göğün sahibine yaklaşan bir kalp, insanlarla konuşmaktan içtinap eden, şikayetvari sözlerin bir nevi Allah’ın kaderinden yakınmak anlamına geldiğini sezen ve kaderinin kendi kazasına bağlı olduğunu anlayan kalp/dil şikayet etmekten vazgeçmiyor muydu… Yapıp ettiklerinin sonucudur karşına çıkan, demiyor muydu? Huzuru isteyen insanın yapacağı en akıllıca şeylerden biri de şikâyetten elini eteğini çekmek değil mi? Gerçek akıllı hem bu dünyadaki hem öbür dünyadaki haline kalbi titreyerek bakmaz da ne yapar!

Hayat bir şarkıyı çok dinlemek için fazla kısa(ydı). Ama nedense bazı şarkılar ruhumuza kaderimize daha yakın yazılmış. Binlerce şarkı arasından onu seçmişiz. Dışımızda seçtiğimiz şarkı içimizdeki müzikle bir şekilde uyumlanmış gibi geliyor. Dışımızda müzik. İçimizde müzik. Bir keman çalınıyor, ney üfleniyor. Piyano sesi. Rahmaninov’un uğultusu. Evgeny’nin uçarcasına ilerleyen Vals’i. Akbar’ın Yağmur Damlaları düşüyor bir yerlere. İnsanın kalbine giden bir yol buluyorlar notaların arasından geçerek. Öyle bir şeyler.

İçimdeki müzik mi, o apayrı bir mesele. Belki de insanın içindeki müzik kesilince dıştaki müziğe dönüyordur. İnsanların müziğine, kurdun, kuşun, çiçeğin, böceğin müziğine.

Ömür Erdem:

Geçmişe doğru baktığımda farklı dönemlerde, çevresel faktörlerin de etkisiyle dönemin ruhuna uygun melodiler dinlediğimi fark ediyorum. Her dönemde ruhsal ihtiyaçlara göre şekillenmiş müzik zevki. Öğrencilik yıllarında, daha çok ‘ezgi’ diye tâbir edilen ve o dönemin toplumsal havasını da iyi yansıtan albümlerden seçkiler dinlemişim en çok.

Bir dönem tasavvufî tınılar heyecan veriyordu, güfteleriyle birlikte. İnsan ruhuna dokunan bir derinlik taşıyordu o nağmeler. İleriki yaşlarda halk müziği ve sanat müziğine de ilgi duydum. ‘Gönül Şarkıları’ gibi seçme albümlerden, özellikle güfteleri klasik edebiyat çizgilerinden beslenen nağmeleri seçip dinlemek hem estetik hem içsel bir doyum sağlıyordu.

Son yıllarda ise halk müziğinden esinlenen protest ve özgün müzik tarzlarına da yakın hissediyorum kendimi. Edip Akbayram, Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya vs. gibi sanatçıların şarkılarından dinliyorum zaman zaman.  Bir de Hüsnü Arkan’ı anmalıyım burada; o ince, içe dönük, edebî müzik diliyle birlikte.  

En çok dinlediğim, öne çıkan şarkıları soruyorsanız, istatistikî bir bilgi gibi söyleyebilirim belki bunu. Mesela son yıllarda en çok dinlediğim, Edip Akbayram’ın da senlendirdiği; güftesi Vedat Türkali’ye ait ‘Bekle Bizi İstanbul’ adlı o protest tınılı şarkı olmuş. Bu memleket hasreti kokan ve toplumsal bilinç mesajları taşıyan şarkıyı, şairin; baş tarafında şiiri bizzat kendisi okuyarak katkıda bulunduğu ve on iki sanatçının birlikte söylediği versiyonuyla dinliyorum çoğunlukla. Bir diğer çok dinlediğim şarkı ‘Öyle Bir Yerdeyim ki’ parçası olmuş. Hani sözlerinde ‘Yaprak döker bir yanımız, / Bir yanımız bahar bahçe…’ ifadelerinin geçtiği, şair Hasan Hüseyin Korkmazcan’ın kaleminden çıkan o şarkı. Toplumsal ve ruhsal sıkışmışlık duygusunu iyi veren bir güftesi var şarkının.  Bir de Hüsnü Arkan’ın ‘Yeniden’ adlı bir şarkısı var. O da son yıllarda çok dinlediklerim arasına girmiş. ‘Dağılır gider kara bir bulut, / Dokununca bir dost eli.’ diyor sözlerinde bu umut şarkısı.

Tabii çoğu zaman nostaljik duygularla geçmişe gider ve farklı dönemlerde benim için hatırası olan şarkıları, ezgileri, türküleri yeniden dinlerim anılar eşliğinde.

Yılmaz Utku:

Ortam müsaitse mutlaka kıyıda köşede bir şeyler tıngırdamalı. Evde bir işle uğraşırken, arabayla bir yerlere giderken şarkılar, türküler bana eşlik eder çoğu zaman.

Her ne kadar yakınlarım seçimlerimi ağır ve yaslı bulup ortak bir müzik listesinde buluşmaya zorlasalar da ben onların bu fikrine pek katılmıyorum. “Hayatta neşe diye bir duygu da varmış.” Amenna, neşeli şarkılar dâhil güzel olan, hoşuma giden her şeyi dinlerim ben. Hüzünlü parçaları daha çok tercih etmem de biraz ruh halimle ilgili olsa gerek.

Çoğunlukla türkülerden oluşan listemde klasik pop şarkılarına, özgün müziğe ve hatta bazı arabesk parçalarına bile yer vardır. Dediğim gibi güzel olan her şeyi dinlerim.

Bazen de söylerim. Evin mutfağında efkârlanıp bir türkü tutturarak ortamı velveleye verince en sadık dinleyicim olan -ve de tek dinleyicimdir kendisi- eşim bende müzik kulağı olmadığını ve bu işkenceyi (!) derhal bitirmemi salık verir. Ta ki bağlamaya heves edip ders aldığım hoca, birçok öğrencisinde görmediği hızlı ilerleme karşısında “bende müthiş bir müzik kulağı” olduğunu söyleyene kadar tek dinleyicimin bu söylemlerine katlanmak zorunda kaldım. Her ne kadar pek bir işe yaramasa da müzik kulağımın iyi olduğu fikri bana iyi gelir.

Laf arasına sıkıştırdığım gibi bir dönem bağlamayla uğraştım. Hatta o dönemin yadigarı bağlamam ve de bir zaman üflediğim neyim şu an bana mahzun mahzun bakarken bu satırları kendilerinden biraz utanarak yazıyorum. Sanatta yol almanın yetenekten çok emekle mümkün olduğunu bu iki enstrümanla uğraştığım dönemler yaşayarak görmüştüm ama ben o emeği yeterince kendilerine sarf edemedim. İlerleyen yaşlarda imkan bulursam vefasızlık ettiğim bu iki dosta yeniden dönmek hayalini taşıyorum.

Son olarak yazarken dinlediklerimden bahsetmek isterim. Bir iki şarkı var. Birkaç öykümü yazarken onları fon olarak dinlemişimdir. Hem de yüzlerce kez… Geceze’de yayınlanan Dayım öyküsü bunlardan biri. Bu öyküyü ne zaman okusam kulağım o şarkıyı arar. Dinleme listemde de ne zaman o şarkıya rastlasam hemen öyküden bazı satırlar dilime dolanır. Şarkının duygusunun öyküye ya da öykünün hatırlattıklarının şarkının zihnimdeki hayaline karıştığını düşünüyorum. Bu da beni fazlasıyla mutlu ediyor.

Nisan Tezel:

Şarkılar mevsimiyle çalınırdı sanki kulağıma. Kimisi bir bulutun ardınca gezer kimisi kasım dallarından düşer kimisi denizin maviliklerinde uçardı.

Sokaklarda Sensiz Yaşamaya Alışacağım derken Bülent, Sirkeci garında Sen Kimseyi Sevemezsin diye demlenirdi çaylar. Zafer abi eşlik eder miydi Mustafa Oruç’a? Belki.. bakışlarında.

Soğuktan camlar buğulanmış, herkes sığınmışken bir yerlere, “rüzgarların önünde kuru bir yaprak gibi” sürüklenirdi zaman. Bir cevizin ardınca bakar ve sorardı bulutlar: “Unuttun mu beni, her şeyimi?” Unuttum derdim yine ama neyi unuttuğumu bilmezdim. Şarkılar kime seslenir, evler neden yanardı bilmezdim. Bir gölgeydi hepsi içimde, bir soluk, bir imge. Ben bir gölgeydim en fazla…

Bunun içindi belki “eski limanda gölgemi” bırakır, vapura atardım kendimi. Ne başkası Leyla ne de ben Mecnun’ken ne diye bir deniz kaynardı içimde, anlamazdım, sulara sığınırdım. Nilüfer’in çaresine.

Sular incelir, dalgalar “bir mısra gibi” dağıtırken köpüklerini cam yeşilinde, vapur martıların arasından Kadıköy’e varırdı. Yılların neler götürdüğünü “yollarda yine yapayalnız dolaş”ırken anlardım. “Şehrin taşlarında sokaklarında” karşılaşırdım solmuş yüzlerle ve o yüzlerde görürdüm unutulmanın sancısını, sessizliğini.

Vapurlar kimsesiz yüzleri yüklenir giderdi adaya da “yine sensiz ada”ya gitmek sinmezdi içime, bir köşede beklerdim “o banklardan birine gelirsin diye”. 

“Artık kalamıyorum” deyince Müzeyyen Senar, vedalaşırdık denizle, susardı şarkılar. “Sensizlik yağmur olur”, bir kasım yağmuru başlardı. Damlalarında açılırdı yüreğim ve savrulurdum rüzgarında. En çok kimin melodisinde anılarımı bıraktığımı düşünür, kimi söylesem diğerinin eksik kalacağını anlarken Cahit Külebi’yi görürdüm bir akşam sofrasında. Yine mahzun, mırıldanırdı:

Sonra âlem değişiverdi

Ayrı su ayrı hava ayrı toprak

Mevsimler ne çabuk geçiverdi

Unutmak unutmak unutmak

Anladım bu şehir başkadır

Herkes beni aldattı gitti

Yine kamyonlar kavun taşır

Fakat içimdeki şarkı bitti

Can Yesari:

Belki zihnimdeki şarkıyla başlamak lazım söze. Zihnimde olan bildiğim bir şarkı değil, aradığım bir şarkı.  Ben buna insanlığın ilk şarkıları, diyorum. Acaba ilk şarkı ne zaman söylendi ve nasıl bir şeydi? Bir kış imgesi beliriyor içimde. Belki bir mağara önü henüz.  Bir akşam ve ateş etrafında toplanmış insanlar var. Kar yağıyor, bembeyaz iri iri yağmurlar. İşte o ses ilk orada yankılanıveriyor.

Liseye başladığım yıllarda Erdem Bayazıt bir şiir kaseti çıkarmıştı, fonda Kitaro çalıyordu.  Çok etkilenmiştim. Volkmen yıllarıydı. Bir uzak memleketin pansiyonunda yorganımı iyice çekip Kitaro’yu dinlerdim. Sanki ilk şarkılara giden bir iz vardı.

Elit müzik takıntım yok benim. Pek çok arabesk dinledim, pek çok sahne şarkısı.  İzmir fuarı yıllarında canlı müziğin tadına vardım. Kasetlerdeki gibi değildi. Bülent, Hatıram Olsun;  Ferdi, Sevebilseydin; Hayri Şahin, Haram Oldu… O yıllarda parklarda, garlarda, çay bahçelerinde çok güzel şarkılar çalardı. Şehirler hâlâ güzeldi. Gençlik güzeldi.  Yazlar güzeldi. Ege’de olmak güzeldi.

Geceler boyu şarkılar dinlediğim yıllar… İçinde iyi bir ses sistemi olan bir ev hayal ederdim. Radyolarda çalıştım. Gece yorumculuğu yaptım epey bir zaman. Sanırım  repertuarım geniş…

Liseyi bitirip de üniversiteye başladığım yıllarda Sezen’i severdim. Kaybolan Yıllar, Küçüğüm… Nilüfer’in  sesi hoşuma giderdi. Eylül yağmuru gibi, üniversite kafelerinin camlarında kasım buğusu gibi bir şeydi o ses. O zamanlar Yine Yeniden diye kasetindeki şarkılar çalıp dururdu dört yanda.

Doksanların şarkıları Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye kasetiyle başladı. O rüküş bir kaset kapağı hâlâ hatırımda. Havuzlukahve durağındaki duvarda görmüştüm, İzmir’de. O ekipten Harun Kolçak’ın da bazı şarkıları güzeldi. Mesela,  Bana Ellerini Ver. Doksanlar birkaç çok iyi şarkının dışında çokça inanılmaz kötü şarkıyla çekip gitti. 

Üniversite sona doğru devrimci şarkıları sevmeye başladım. Ayrı kulvarlarda olsa bile Ahmet Kaya, Grup Yorum, İlkay Akkaya… Yitip Giden diye bir şarkı vardı. Arada hâlâ dinlerim. Yeniden yorumlanıyor sıkça. Ahu Öztürk de iyi söylemiş..

Klasik müziği de seviyorum, Azerbaycan müziğini de. Hatta operaları da. Moricone film müzikleri de bu cümleden. Hele ki Cinema Paradiso…Bu müzikte kendi hayatından çok şey buluyorum nedense…

Tür takıntım yok ama sanıldığından çok daha seçiciyim galiba. O kadar şeyden beğendiğim az çünkü. Tahammülün çok üstünde ilahi dinlesem de hazzedemedim. Cem Karaca’nın Allah Yar şarkısından öte ilahi olduğunu da düşünmüyorum. Tasavvufi müzikte az da olsa özgün denemeler yapıldı. İlginçtir bunların çoğu dindarların pek dindar görmeyeceği adamlar.

Epeydir havamda olmasam da müziğe kaçabilmeyi seviyorum. Güzel bir şarkı duymak beni mutlu ediyor. Dünya hâlâ yaşanabilir bir yermiş gibi geliyor o zaman. Sevilebilecek insanlar hâlâ varmış, alıp başını gidebileceğin yerler varmış gibi geliyor.

Uzun zamandır bu hâlden uzağım. Dün Eylülzede diye bir şarkı dinledim. Dinlemeseydim yazamazdım belki. Çünkü şimdi onu dinleyerek yazabiliyorum. Ama biliyorum bu da kısa sürecek. Bana teselli verebilecek şeyin o ilk şarkılar olduğunu düşünüyorum, artık başka limanlardan varılabilecek…

İrfan Arslan:

Müzik benim için ne ifade ediyor emin değilim. Öyle içinde müzik çağlayan bir evde doğmadım doğrusu. Ben ilkokulu bitirip evden ayrılana kadar evimizde ne televizyon ne de radyo vardı. Yine de arada babama ısrar edersek bir türkü söylediği olurdu. Sesi güzeldi, iyi türkü söylerdi. Ben kime çektiysem artık müzik kulağım sıfır.

Babam Aşık Veysel’den “Çiğdem der ki ben âlâyım” türküsünü söylerdi mesela. Bazen ne bileyim “Yeşil ördek gibi daldın göllere” veya “Karadır kaşları ferman yazdırır” gibi şeyler söylediği de olurdu. Bir keresinde de abimlerden biri anama çok ısrar etti. Öğretmenleri ödev vermiş. Çocukluğundan kalma bir türkü öğrenmesi gerekiyormuş anasından. O zaman “Kaleden kaleye şahin uçurdum” türküsünü söylemişti anam. Üç beş yıl önce on on beş farklı varyantıyla Doğu ve Batı Türkistan’dan başlayıp Kafkaslar, Anadolu, Balkanlar çizgisinde aynı ezginin farklı varyantlarının okunduğu bir liste buldum. Dikkatle dinledim. Kafamda bir soru, “Acaba anamın söylediği türküye en yakını hangisi?” İlginçtir, o kadar varyant arasında anamınkine en yakını mübadeleyle Yunanistan’a giden Karamanlılardan alınan kayıttı.

Neyse, bizim evde olmasa da komşularımızda, akrabalarımızda radyo da, müzik de vardı yeterince. Şükür kulaklarımız iyice müziksiz kalmadı. Bazıları iyice müzisyendi hatta, bağlama çalarlar, bir türkü asıldılar mı dağları yankılandırırlardı.

Sonraki yıllarda da iyi bir müzik dinleyicisi olmadım doğrusu. Televizyonda önüme ne çıkarsa, uzun gece yolculuklarında otobüs şoförü ne dinlerse onu dinledim. Böylesi, sürprizlisi daha çok hoşuma gidiyor hâlâ. Tamamen kendi seçimimle oluşturduğum bir liste değil de, en azından kısmen önüme çıkan bir liste.

Ama soru çocuklukla ilgili değil, bugünle de ilgili değil. Çok genel. Bütün bir hayat. Üç eser.

Çok dinlediğim üç eser denince son beş on yılla sınırlayamacağım için en az çeyrek asır geriye gitmem lazım. Gidiyorum ve ne zamandan beri masamda bir bilgisayar var diye düşünüyorum. Cevap, asrın başından beri. Uzun yıllar dinlediğim, hâlâ dinlediğim bazı parçalar içinde üç tanesi öne çıkmalı.

En eskisi, en uzun süre ve en çok dinlediğim parça sanırım MFÖ’den Allah Allah, ya ben nice dönmeyeyim. Asıl adı ne acaba bu parçanın, “Derman arardım derdime” de olabilir. Onun hemen ardından Sezen Aksu’dan La ilahe illallah ve Cem Karaca’dan Allah Yar geliyor.

Evet, sanırım modern yorumlarla klasik ilahi sözlerinin kesiştiği bir yerde müzik zevkim.

Son zamanlarda ise, soruda yok ama yine de söyleyeyim, Özgür Baba ve Gökçe Es dinliyorum mesela. Bir de batı müziği tarzında düzenlenmiş türkü yorumları içeren bir listem var.

Yusuf Ünal:

Müzik benim için sözün bittiği yerde başlıyor. Neş’emi, coşkumu, heyecanımı, sevincimi yahut kederimi, üzüntümü, kızgınlığımı, kırgınlığımı, öfkemi anlatabiliyorsam anlatır, yazabiliyorsam yazarım. Ama zaman olur ki dilim tutulur, kalemim körelir. Akif gibi olurum: “Ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem.” Dili içine kaçar kalbimin. Müzik işte o zaman devreye girer tıpkı şiir gibi ve hislerime tercüman olur. Çünkü o zaman bende bir ‘hisli yürek’ vardır ve onu dindirecek şeylerden biri müziktir.

Sanırım o yüzden, hayatın koşuşturması sürerken müzik yalnızca bir fon oluyor arkada çalan, içime işlemiyor. Amma her ne vakit yıkılsam, yenilsem yahut incinsem kendimi bir türkünün veya şarkının kollarında buluyorum. Gelgelelim benim en’lerim yoktur pek. En çok dinlediğim en çok sevdiğim gibi şeyler yani. Sürekli değişiyor bunlar. Dönem dönem dilimde döndürdüğüm, kulağımda çevirdiğim şarkılar, türküler oluyor. O yüzden kısa bir liste veremeyeceğim.

Nilüfer’in Erkekler Ağlamaz’ı bunlardandır mesela, Kavak Yelleri de öyle. Ahmet Kaya’nın Kum Gibi’si, Nereden Bileceksiniz’i; Müslüm Baba’nın Adını Sen Koy’u, Seni Yazdım Kalbime’si; Ferdi’nin Hatıran Yeter’i, Emmoğlu’su; Neşet Ertaş’ın Yazımı Kışa Çevirdin’i, Yalan Dünya’sı; Musa Eroğlu’nun Telli Turnam’ı, Mihriban’ı; Cem Karaca’nın Islak Islak’ı, Barış Manço’nun Gülpembe’si, Sezen Aksu’nun Firuzesi, Geçer Geçer’i; Zekai Tunca’nın Gülü Susuz Seni Aşksız Bırakmam’ı, İbo’nun özellikle Yalan’ı, Âşık Veysel’in Uzun İnce Bir Yoldayım’ı, Çiğdem Der Ki’si…

Sesler, tınılar, tavırlar sökün edip geliyor zihnime… Belkıs Akkale, İzzet Altınmeşe, Burhan Çaçan, Kayahan, Zara, Oğuz Aksaç, Orhan Gencebay, Teoman, Mazhar Alanson, Tarkan, Canan Erçetin ve elbette Cengiz Özkan, Muharrem Temiz. Mahsun sonra, Neşe ve Gülden Karaböcekler, Cengiz Kurdoğlu, Hakkı Bulut, Coşkun Sabah, Hüseyin Altun. Daha adını sayamadığım onlarca ses, onlarca şarkı ve türkü… Eski Dostlar, Gide Gide Bir Söğüde Dayandım, Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma, Bugün Benim Efkarım Var, Derdim Çoktur Hangisine Yanayım, Kilim, Kerkük’ün Zindanı, Ay Yüzlüm… Uzayıp gidiyor liste, türküler türkülere ekleniyor. Bu demek oluyor ki benim yaşamımda duygunun yeri ağır basıyor. Müzik kişinin duyguları hissetmeye açık olmasıyla ilgili bir şeydir çünkü, duyguların sesini yükseltmekle ilgili…

Müzik dinlemeyi galiba en çok arabada yalnızken dinlemeyi seviyorum. Yollar boşsa, benim acelem yoksa, yüreğim yüklüyse biraz.. yüksek sesle dinlemeyi severim o zaman. Tüm duyularımı müziğin örtmesini isterim, dışa açılan bütün pencerelerimi kapatmayı…

Okurken ve yazarkense müzik dinlemem pek, sessizliği severim. Ama dışarıdan ses geliyorsa onu bastırmak için enstrümantal müzik açarım. Bir dönem Farid Farjad’ın kemanına bağlandım kaldım yazı yazarken, bir dönem Aytaç Doğan’ın kanun resitallerine.

Mustafa Said Acar:

Nağmeler, nağmeler…

Kimi zaman bir türkü, bir şarkı, belli belirsiz bir nağme, bir ezgi zamanın ve mekânın boyutlarını birden değiştirebilir, diye düşünüyorum. Yıllar önce bir bahar günü Çanakkale’de, Alçıtepe’de olsa gerek, hediyelik eşya tezgâhlarının arasında yürürken kulağıma bir türkü çalınmıştı. O anı hâlâ hatırlıyorum. TRT-4’ten âşina olduğum ama şimdi hiç hatırlayamadığım bir türkü. Ses köhnece bir köy kahvesinin muhtemelen eski radyosundan yayılıyordu.

O türküyle birlikte bir anda önümde şimdi tanımlamakta zorlandığım büyük bir pencerenin açıldığını hissettim. Hava serin ve güneşliydi. Güneş ışıkları tomurcuklanmış dalların; yeni açmış gelinciklerin, papatyaların üzerine dökülüyordu. Havada taze ot kokusu vardı. O aydınlıkta -tıpkı Tanpınar’ın dediği gibi- o pencereden insanoğlunun dünyada yazmaya çalıştığı acıklı hikâyeye baktığımı hissetmiştim. Aşklar, ayrılıklar, kavuşmalar, ölümler, sevinçler, yolculuklar; sonra arzular, emeller… Demir alan kalyonlar da görmüştüm o pencereden bakarken, hanlara inen yolcular, hamur açan, ağaç işleyen eller, yumuşak döşekler, kırışık yüzler, inip kalkan kılıçlar, küfürler, şiirler… Müzik zaman zaman böyle boyutlar arası pencereler açıyor benim için.

Bu satırları yazmadan önce de uzun bir süre müziğin benim için ne anlam ifade ettiği sorusuna cevap vermenin zorluklarını düşündüm. Evet, bu, yüce bir dağı söz gelimi, Ilgaz hatta Ağrı Dağı’nı kucaklamak gibi bir şey.

“Camlarda pür-ihtizaz” yağmur damlalarından mı, kuşların ahenkle ötüşlerinden mi söz etsem yoksa ulu ulu ağaçların cezbeyle uğuldayışlarından mı? Kâinat serâpâ bir orkestraymış gibi geliyor bana.

Aynı durum insan üretimi müzik için de söz konusu. Bağlamanın, udun yahut perdesiz gitarın tınıları, piyanonun ürperişleri, neyin feryatları, bir keman solosundaki titreyiş… Hangi birisinden söz etsem bir diğerinde aklım kalacak. Nağmeyle insan ruhu arasında çok kadim ve sonsuz gibi görünen bir ilişki var. “Müzik ne anlam ifade ediyor?” sorusunu farklı zaman ve coğrafyalarda farklı biçimlerde kurulan bu ilişkiyi hesaba katmadan cevaplamak da oldukça zor görünüyor.

En çok dinlediğim müzik türlerine gelince, tercihimi halk türkülerinden yana kullanmak isterim. Dağları, denizleri aşıp vardığımız farklı coğrafyalarda aynı türkünün varyantlarıyla karşılaşmak, insanoğlunda ebedî ve ezelî Güzel’in bir tecellîsi olsa gerek.

Güneş inerken, ıssız bir dağ başında, ateşin etrafına çökmüş insanların çoğunlukla, içlerinden gelen türkü söyleme isteğine karşı koyamadıklarını da hatırlamakatan kendimi alamadım.

Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu ikilisi tarafından seslendirilen türkülere pek düşkün olduğumu saklamayacağım. “Kaleden iniş m’olur”, türküsünün sözlerinde derin bir hikmet olduğunu düşünürüm. Geçen gün ömürdendir, ne diyelim? “Yüce dağ başında yanar bir ışık” türküsünde çok ince bir estetik yön bulurum. Yüce dağ başında kaynayan bir pınar gözesi gibi berrak, duru… “Şu karşıda görünen yayla” türküsü de bestesiyle beni çok çekmiştir.

Aynur Doğan’dan dinlediğim “Alma attım yuvarlandı” mısraıyla başlayan ağıt ise yürek yakan cinsten…

Tasavvuf musıkîsine pek düşkün olmamakla beraber Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şeyhine yazdığı “Cân ü Dilde Hâne Kıldın Âkibet” mısraıyla başlayan Hüseynî ilahîyi anmadan edemeyeceğim. Bu eserin hem bestesi, hem de güftesiyle bir şaheser olduğunu düşünüyorum.

Bu saydıklarımdan sonra popüler kültürün ürettiği şarkılara da bakıyorum elbette! Orada da aklıma şu geliyor:

“Bir bitmeyecek şevk verirken beste, / Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir”.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *