Ömür Erdem

Büyüyemeyen Yetişkinler ve Ad Hominem

Okuma süresi: 4 dakika

Bir zamanlar çocuktuk ve oyunlarımız vardı. Tahta kılıçlarla dünyayı kurtarır, gazoz kapaklarını altın sanırdık. Biri kaybettiğinde oyunu, hemen hile yapıldığını söylerdi. Kaybeden, kuralı suçlardı; yenilen, rakip oyuncuyu…

Yıllar geçti; büyüdüğümüzü sandık. Ama her insan büyümezmiş. Yaşı büyür ama kelimeleri yerinde kalırmış bazısının. Sadece fikirlerini daha yüksek sesle söylemeyi öğrenir büyümeyen yetişkinler.

Onlar her yerdeler. Ekran karşısında gün boyu karşılaşmanız mümkün. Gazete sütunları arasında da her köşe başında sizi bekliyorlar.  Kimi zaman bir aile sofrasında, kimi zaman meclis kürsüsünde…Kulaklarınızı açacak olsanız her zerrenize işler gürültülü kendinden emin sesleri. Bu yüzden sosyal medyada da oldukça seçici davranmaya çalışıyorum esasen. Gel gör ki son zamanlarda benim takip ağımda da çok görünür oldular büyümeyen yetişkinler. Hayır, öyle adı sanı bilinmeyen gölge kahramanlardan bahsediyor değilim.  Sinnen cismen ortaya çıkıp oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi kavgaya tutuşuyorlar. Kalın fırçalarla rakibini siyaha boyayınca oyunu kazandıklarını düşünüyorlar. Rakip dediysem, mahallenin çocukları işte. Biri altı yaşında, çocukluğunun görsel benmerkezci evresinde; öbürü on beşinde herkesin onu izlediğini sanan egosantrik hülyalarda sanki. Ana sayfama böylesi tartışmalar düşünce içimdeki çocuk harekete geçiyor ve Neşeli Günler filmindeki o can alıcı replikle ‘Durun, siz kardeşsiniz!’ diyerek müdahale edesim geliyor bir an. Ancak hemen vazgeçiyorum bundan elbet.

Neden vazgeçiyorum? Çünkü tartışmada ortak bir zemin bulunmuyor çoğu kez. Ve fikir bir sarkacın ucunda; ya yüceltiliyor ya yerin dibine batırılıyor ama nadiren tartışılıyor. Fikir kimlikten sonra gelir hep bizim coğrafyamızda.  Bir cümle duyulmadan önce, onu kimin kurduğu merak edilir. Daha söz ağza gelmeden, gözler konuşanı tartar. Elbisesine, soyadına, hangi mahalleden olduğuna, hangi mektepte okuduğuna, kimlerin sofrasında oturduğuna… Aynı cümle, bir başkasının ağzından çıktığında kıymetsizleşir; başka biri söylediğinde hakikat oluverir. Adaletin terazisi değil, söyleyenin kimliği belirler sözün ağırlığını.

Belki de bu yüzden tartışmalar bir anlaşma zemini değil, çoğu zaman bir ayrılık toprağına dönüşür. Konuşanlar aynı dili kullansa da aynı haritaya bakmazlar; biri kuzeyi gösterir, öteki güneye yürür.

Oysa mesele çoğu zaman yanlış ya da doğru değildir. Mesele, konunun hangi zeminde konuşulduğudur. Eğer biri ahlak zemininin taşlarını döşemişse ve diğeri özgürlükten söz ediyorsa, birbirlerine ne kadar yüksek sesle bağırırlarsa bağırsınlar, kulakları ancak kendi yankılarını işitir.

Bir tartışma bazen ne zaman başladığını bile bilmediğimiz bir yürüyüştür. Cümleler dökülür, sesler yükselir, bakışlar sertleşir, heyecan firtınası kopar, kelimeler kalın fırçalarla boyanır… Ama aslında asıl mücadele, kelimelerin üstünde değil, kelimelerin alt anlamlarındadır. Çünkü insanlar fikirlerini besleyen güdüleriyle konuşur çoğu defa. Kimi toprağa gömülmüş korkularla, kimi büyütülmüş umutlarla… Kimi geçmişin sızısından, kimi geleceğin endişesinden… Ve biz, sadece cümleleri işitiriz, oysa alt metni duyamayız.

Ortak bir anlam dili, ortak bir zeminden doğar. Ama biz çoğu zaman o zemini kontrol etmeden tartışmaya gireriz. Biri taşlık bir inanç düzlüğünde yürüyordur, öteki çamurlu bir deneyim vadisinde. Bir masaya karşılıklı oturup biri satranç, diğeri dama oynuyan rakipler gibidir halleri böylesi durumlarda. Kurallar ayrı, hedef ayrı, hamleler ayrı…

İşte böyle zamanlarda tartışma yavaşça fikri terk eder, kişiliğe yönelir. Çünkü karşı tarafın fikrinin temellerini anlayamadığımızda onu tehdit gibi görürüz. Ve tehditten korunmak için, fikir yerine kişiye saldırırız. İnsan, fikrini savunduğunu sanırken aslında kendi varlığını savuyordur genellikle. Tartışma artık düşünceler arasında değil, kişilikler arasında sürer. Burada sahneye çıkan eski bir tanıdık vardır: ‘Ad hominem’. Latince kaynaklı, çevirisiyle “kişiye yönelik” saldırı. “Senin fikrin yanlış çünkü sen zaten her şeyi yanlış anlarsın.” İşte buyurun, mantığın mezar taşı.

“Sen zaten…” diye başlayan o lanetli cümle böyle doğar. Fikri değil, fikir sahibini hedef alarak… Sözü, fikri çürütmek yerine, söyleyenin geçmişini karalayarak… Zihnine itiraz etmek yerine, kimliğine sataşarak…

Ad hominem… Yani kişiye, kişiliğe yönelen ok. Artık kelimeler değil, kimlikler yarışır o noktada. Bir sözü hedef alamayanlar, söyleyeni vurur. Fikre yetemeyenin eli, kimliğe uzanır. Kırgın bir çocuğun oyuncakla kurduğu ilişki, artık bir yetişkinin düşünceyle kurduğu ilişkiye dönüşür.

Ve tartışma başka bir yöne evrilir. Artık bilgiyle değil, iç kırgınlıkla yürütülür tartışma. Artık fikir değil, ses tonu yarışır. Sözün içeriğine değil kimin söylediğine odaklanılır. Çünkü fikirle yüzleşmekten çok, onu söyleyene saldırmak kolayıdır işin.

Çünkü büyüyemeyen bir yetişkin için fikir, korunması gereken bir oyuncak gibidir. Elinden alındığında, hayata küsülür, kavgaya tutuşulur.  Bu yüzden tartışma hep yerinde sayar. Fikri savunmaz aslında insan, kendini savunur; yaralarını… Ve yarası tartışılmamış insan, fikrini kutsallaştırır. Onu kaybetmek, kendinden bir parçayı kaybetmektir. Bu yüzden her itiraz kişisel algılanır. Ve bu yüzden, en büyük tartışmalar aslında hiç konuşulmayan şu cümlede gizlidir: ‘Ben sadece anlaşılmak istiyorum.’

Peki nedir büyümek? Kendini fikrinden ayırabilmektir. Sana ait bir düşünce çürütüldüğünde, bunu kabullenip “Demek ki eksikti.” diyebilmektir. Bunun için güçlü olmak değil, açık olmak gerekir: Anlamaya, dinlemeye, düşünmeye, yanılmaya, değişmeye…

Ama biz hâlâ her tartışmayı savaş sanıyoruz. Çünkü çoğumuz fikir taşımıyoruz, fikirle taşınmak istiyoruz. Sırtımızı dayadığımız o düşünce sarsıldığında, biz de sendelemiş sayıyoruz kendimizi.

Oysa belki de ilk sorularımız şunlar olmalıydı: “Sen bu fikri neye dayanarak savunuyorsun? Hangi istinat duvarların var? Neden böyle düşünüyorsun” Ve sonra susmalıydık. Gerçek bir sessizlikle… Anlama çabasıyla… Belki o zaman aynı zeminde buluşamasak da aynı niyette buluşabilirdik.

Çünkü büyümek; haklı olmak için değil, anlamak için susabilmektir bazen, dinleyebilmektir.

Son sözü bir Divan şairine bırakalım: «Söyleyen kendin bilmez, bilenler söylemez.»

One thought on “Büyüyemeyen Yetişkinler ve Ad Hominem

  • irfan

    Çok iyi. Bir masada oturmuş iki insan. Biri dama biri satranç oynadığını sanıyor.
    Verimli bir tartışma için belki önce kavramlara yüklenen anlamları ve kuralları konuşmak lazım ama kimsenin vakti ve dahi niyeti yok yapıcı tartışmaya.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *