Can Yesari

İstanbul: Rengârenk Ağlayışlar Ülkesi

Okuma süresi: 5 dakika

Bu kış gününün kapalı havalarından bunaldığım bir vakitte eski sonbahara sığındım gün boyunca. Yıllar öncesinden bir hatıranın peşine düştüm. Hatırladıkça yazdım, yazdıkça o teşrin vakitlerini bir daha yaşadım. Dileyen varsa o günlere yürüyebilir açılan bu yollardan.

İstanbul’a en çok yakışan mevsimin sonbahar olduğunu söylerler. Biraz da bunun doğruluğunu görme maksadıyla bir arkadaşımla beraber düştük sonbaharın bir alev topuna çevirdiği İstanbul’un sokaklarına. Rehberimiz Yahya Kemal idi. Evvelce mezarını ziyaret ettik. Yanı başında aziz talebesi Tanpınar yatıyor. Üstadın defnedildiği günün fotoğraflarına baktım. Mezarı başındaki serviler görünmüyor. Mezar taşında ölümü asude bahar ülkesi olan rinde yazdığı mısralar. Eh, bir rind vasiyeti de böyle olur ancak.

İki mezarı karşınıza alan bir yere oturduğunuzda, tam araya düşen tepede Tevfik Fikret’in evi görünüyor. Yalnızlığımız koyulaşıyor. Aşiyan yollarından ses verilecek kimse kalmamış. Tanpınar’ın mezarı başındaki erguvana bakıyor arkadaşım. ‘Boğaz’da herkesin aradığı erguvan işte bu olmalı’ diye sesleniyorum. Sanki mayıslarda herkes bu ağacı aramak için yollara düşüyormuş gibi bir his var içimde. Öyle bir hisle ayrılıyoruz mezarlıktan. Tabii Orhan Veli, Turgut Uyar, Tezer Özlü, Özdemir Asaf ve Münir Nurettin’e de selam vermeyi unutmadan.

Yürüyoruz… Mevsim mütehayyil; ama vakit henüz akşam değil Bebek’te. Yaklaşan bir teşrin öğlesi… Küçük çatanalardan birine ilişiyor gözümüz. Boğaz’da karşıya yolcu alıyorlar. Neden olmasın, hemen birine atlıyoruz. Suların yarılışını izleyerek yol alıyoruz. Ellerimizi sulara değdiriyoruz. Boğazı hiç bu kadar yakından duymamıştım. Sonrası Kanlıca… Bir mısrayı tersinden yaşadığını duyumsuyor insan:

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler

Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Ah bu içleniş!..

İskele’den semtin sakin sokaklarına geçince, insanın gözü Kanlıca’nın ihtiyarlarını arıyor:

Günler kısaldı… Kanlıca’nın ihtiyarları

Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

Şahidi olmak ne güzel: Pencere önlerinde tıpkı o şiirdeki gibi eski sonbaharları hatırladıklarını vehmettiğimiz birileri var hâlâ. Kanlıca neden bir hâtıralar ülkesidir? Bunu soruyor insan. Eski İstanbul’un emeklileri yaşarmış bu semtte. Üstelik hatırlanacak eski sonbaharları olan emekliler. Bir zamanların İstanbul’undaki tekaüt ruhu bu semte nasıl da sinmiş.

İskele’nin yanında Sinan yadigârı bodur minareli bir cami ve bu caminin yanı başında bir muvakkithane mevcut. Bir geçmiş zaman muvakkithanesi elbet. Akşam ezanıyla beraber alaturka saatlerin on ikiye ayarlandığı, eve beylerin bir saat sonra geldiği ve akşam yemeğine oturulduğu zamanlara ayarlı bir muvakkithane. Ortadaki koca çınara sırtımı verip gözlerimi yumuyorum. Sesleri duymaya çalışıyorum. İstanbul’un bir yerlere sinmiş sokak seslerini. Uzak ağaçlarda oyalanan fırtınaları duyuyorum ilkin. Ardınca laciverdî sularda kayıkçı motorlarını. Bir de çocuk seslerini. Bilseniz Kanlıca’da ne çok çocuk sesi var! Orhan Veli’nin İstanbul şiirini eşsiz bulduğum saatlerdeyim o an. Çünkü bu şiir bir ikrarın ya da idealin değil halis yaşantının bir şiiridir. Avare yürür insan bu şiirin içinde. Şiirden İstanbul’a karışır, İstanbul’dan insana. Sokaklarda sırılsıklam hayat olmuş insana. Ne tarih ne mazi ne fikir… Bağrını açarsın rüzgâra, bir o vardır bir sen. İstanbul’u duyar, İstanbul’da yürürsün biteviye, uzaklarda sucuların hiç durmayan çıngırakları.

Böylesi yürüyüşlerin ve arzuların arasında önce Göksu, sonra Vaniköyü, daha sonra Kandilli, Kandilli’nin kayıp sarayları, büyük fıstık ağaçlarına okunan mahur besteler… Kandilli’de insan bu zamanda kalamıyor. Yorgun yürüyüşleri dinlendiren İskele kahvelerinde şimdiden çok uzak zamanlara ve o zamanların çoktan göçüp gitmiş insanlarına karışıp gidiyor. Kimilerine göre Boğaz’ın en iyi seyredildiği yer burası. Sekiz yüz yıllık bir çınarın gölgesinde ve dalgın ve Boğaz’ın seyrinde. Sonbahar biten günle beraber yamaçları tutuşturdukça tutuşturuyor.

Sadece hemen yanı başımızdaki Sadullah Paşa Yalısı’nın hikâyesi bile bütün bir sonbaharı hüznüyle tamamlamaya kâfi. Evliya Çelebi’nin de anlattıklarına bakılırsa Kandilli’den Çengelköy’e her yer IV. Murat devrinin metruk yalıları ile dolu imiş. İhtimal ki IV. Murat devrinde o kadar bahsi edilen Kandilli Sarayı da metruk hâliyle de olsa ayakta idi.

Meşhur Lale Devri Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın damadı olan Maktul Mustafa Paşa’nın (Merzifonlunun torunu olmasından maktul deniyor) da buralarda bir yalısı varmış. Pek çoğuna Nedim’in de şarkılar yazdığı ‘Bağ-ı Ferah’ adındaki güzelim yalılar ve bahçeler gibi o da çekilip gitmiş aramızdan.

İhtimal ki Sadullah Paşa Yalısı da bunlardan biriydi. Hiç değilse o ayakta. Belgelere bakılırsa Paşa, zeki bir insan ve parlak bir devlet adamı imiş. V. Murat’ın başmabeyinciliği rütbesine kadar yükselse de az süren bu saltanat devrinden sonra gözden düşmüş. Abdülhamit onu Berlin ardından da Viyana sefaretlerine göndermiş. Her ne kadar onun zekâsı Abdülhamit tarafından da anlaşılıp bilinse de, Sultan Aziz’in hâl’inde o kadar etkili olmuş Hüseyin Avni Paşa’nın gözdesi olması Paşa’yı Padişah nezdinde bir türlü temize çıkarmamış. Ne acı ki, 1877’de vazifeli sürgün gittiği bu ülkelerden intiharının ardınca 1891’de cenazesi gelebildi.

On dört yıl Boğaz’ın lacivert sularında Paşa’nın dönmesini bekleyen Necibe Hanım, aynı gün şuurunu da kaybetmiş. O günden sonra da daima pembe elbiseleriyle dolaşmasından adı Pembeli Hanım’a çıkmış. Çünkü Paşa, uzak ve mesut bir zamanda kendisine pembelerin çok yakıştığını söylemiş. İhtimal ki bu hayal, o kadar hatıra ve bekleyişin darmadağın ettiği zihninde, telgrafın tellerine dolanan uçurtmalar gibi dolanmış, paramparça bir zaman fırtınasında kırılıp dağılmış; ama ölene kadar da peşini bırakmamıştı. Nasıl bir musibete duçar olduysa yalının sonraki hikâyeleri de pek iç açıcı değil.

Yorgun ve dalgın bakışlarındaki hüznünü artırmamak için arkadaşıma bu hazin hikâyeden söz açmadım. Eğer, dedim sadece, bir gün çok uzak zamanlarda ve gemilerin geçmediği ummanda bir gün beni ararsan, işte böyle bir yerde bulursun. Böyle bir masanın başında ve İstanbul’un fethini görmüş bir yeniçeriyle, Tanzimat’ın fermanını duymuş bir hamalla, Şirket-i Hayriye’de çalışmış bir kaptanla…

Susup evvelce daha derinlere daldı bakışları. Sonra usulca seslendi: Çok uzak!..

Mahur Beste’nin hikâyesi, Pembe Hanımlar, uzak zamanlar… Çengelköyü’nün böyle talihsiz bir havası var nedense!..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *