O Öykünün Peşinde
Yazdığım ve yazacağım bütün öykülerde onu aradım, arıyorum ve zannederim aramaya devam edeceğim. Yazabildiğim için ömür boyu mutluluk duyacağım o hayalî öyküyü… Aklıma düşünce tüylerimi ürperten ve sadece beni değil okuyan herkesi alıp götürecek o güzelim eseri…
Hemen bütün öykülerde o öyküyü yazdığım mutluluğuyla otururum yazmaya. Zihnimde şekillenmeye başlayan, ince ince beni rahatsız eden bir öyküyü yazmadan önce gelenin o öykü olduğunu düşünürüm. Hemen yazmaya başlamam, başlayamam. Öykü havsalamda olgunlaşmalı. Uzuvları belirmeli. Başı sonu bir araya gelmeli ki yazmaya oturabileyim.
Kalemi elime almadan ya da klavyenin başına oturmadan zihnimde ölçer biçerim. Mademki o gelmiştir, şanına yakışır bir edayla yazılmalıdır. Sonu belli olmayan bir şeyler yazmak nereye gittiğini bilmediğim otobüse binmek gibi. Biraz yaş ilerlediğinden biraz da peşimi bırakmayan dünya meşgalesinin geniş zamanlar, tükenmez enerjiler bırakmayışından olsa gerek sonunu göremediğim maceralar yoruyor beni. Yolun çoğu kıvrımını hesaplar, yazı yolculuğuna öyle çıkarım.
Dinlediğim bazı kalem erbabı, sonunu bilmemenin kendisini heyecanlandırdığını söylüyor. Yazdıklarının devamı sorulduğunda kendileri de bilmiyorlarmış. Ben de merak ediyorum sonunu, diyorlar. Böylece yazmaya motive olduklarını, okuyucu için değil kendileri için yazdıklarını söylüyorlar. Bende ise durum tam tersi. Beni sonunu bilmek cezbediyor. Ortada gizleri olan bir öykü var ve onu ileride okuyacak insanlar bilmiyor ve ben biliyorum. Onu içimde gezdiriyor, zihnimin kıvrımlarında şekillendiriyorum. Kelimeleri düşünüyor, cümlelerini şekillendiriyorum. Can alıcı noktalarını, finalini planlıyorum. Kurgu metinler yazmanın heyecan verici yönlerinden biri de bu oluyor benim için.
Yazmaya başlamak da ayrı bir yolculuk. Kimi zaman bir çırpıda biterken kimi zaman bilgisayarın, telefonun içinde aylarca tahliye gününü bekliyor. Bazen de bir not defterinin sayfalarında benimle geziyor. Sırtımda bir yük, zihnimde bir kıymık, kalbimde bir çarpıntı olarak. Ama gelenin hep o olduğu hayaliyle…
Her zaman başladığı gibi bitmiyor öykü yolculuğu. Lafını etmek, sürecini bir çırpıda anlatmak kolay olsa da yazmanın kendisi için geçerli değil bunlar. İnce ince dokumak gerekiyor. Dokunmak gerekiyor. Hayal etmek, geriye defalarca dönmek, yeniden okumak, aynı yeri bir daha yazmak… Çileli bir süreç yani. Belki de bazen yarım bırakmak, yırtıp atmak, iki tuş hamlesiyle silivermek… Bütün yazdıklarından ani bir feveranla “Kağıt yırtılabilen bir nesnedir.” diyen Tarık Buğra gibi vazgeçebilmek…
Böyle akim kalan öykü kalkışmalarını bastırıp savmamamın en büyük sebebi yine “o öykü”dür. Daha doğrusu yazmakta olduğumla gönlümdekinin bambaşka iki öykü olduğunu, arada aşılamayacak uçurumlar bulunduğunu sıkıntıyla fark etmemdir.
Bazı zamanlar da birkaç paragraf yetiyor gelenin o öykü olmadığını anlamama. Kelimeler art arda sıralanıp cümleler, paragraflar oluşmaya başlayınca zihnimdeki heyecanın kelimelerde vücut bulmadığını görüyorum. Hayır, benim yazamayışımdan değil. Beni mutlu eden o kıvılcımı metne dökemeyişimden kaynaklanmıyor. Bu öykü değil o. Anlıyorum.
Bu da iyidir ama o değildir. Fakat yürümeye devam etmeli. Durmamalı. Yazı yolculuğu durursa o öykü hiç yazılamaz. Sezai Karakoç’un “Bütün şiirlerde söylediğim sensin / Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin” dediği gibi her kalem oynatışta aradığım o olmalı. Ona varmak, gelenin o olmadığını anlamak başkalarını da yazmaktan geçiyor.
Aramaya devam etmezsem bulamam. En güzelini yazmanın yolu da yazmaya devam etmekten geçiyor. Yazmak yazarak öğreniliyor. İlham kuşu denilen bir Zümrüdüanka varsa onun içimize döktüklerini kelimelere, cümlelere giydirmek de bir çalışmanın, gayretin yani yürüyüşün sonunda elde ediliyor.
Bazen de yol boyu gelenin o olduğu iyimserliği devam eder. Yolculuk hayale düştüğü gibi devam etmese de; kimi kelimeler, cümleler düşündüğüm gibi dizilmese de onu yazdığım umudu sürer. Ondan bazı sahneleri yakaladığım hissi içimi titretir. Olabileceği ihtimali daha bir şevkle yazmaya yöneltir. Şüphe ince ince içimi kemirse de yazmaya heyecanla asılırım. Tanpınar’ın Zaman Kırıntıları şiirinde sevdiği kadını anlatırken yazdıkları hislerime tercüman olur: “Rüya ile/ Hayal arasında/Hayal ile/Hakikat arasında/ Yalnız sen varsın!”
Ben de yazdığım yani gerçek öykü acaba hayalimdeki öykü mü diye ümitle yazmayı bitirir ve öyküyü incelemeye dururum.
Öykü yazma işi bitmiştir ama iş bitmemiştir. Asıl işçilik o zaman başlar. Öykü birçok açıdan tekrar tekrar süzülecektir. Olay, kahramanlar, kurgu, üslup, diyaloglar gözden geçirilecek; ayrık otları temizlenecektir. Bu bölüm yazmanın kendisi kadar hatta daha da gerekli bir iştir. İştir ama içimdeki tereddüt damlaları da birikmiş, ufak bir kuşku gölcüğü oluşmuştur. “Acaba” sorusunu kendime sesli bir edayla sorarım.
“Bu öykü, o öykü mü?”
Cevabı bilmiyorum’dur. “Bilmiyorum.”
İnce işçilik de bittiyse onu biraz dinlendirmek zamanıdır. Çekmecede, bilgisayarın bir klasöründe beklesin, zihnimdeki inşaat kalıntıları, tezgahtaki alet edevat toparlansın. Öykünün havsalamdaki tadı az unutulsun. Tamamen olmasa da öyküye az biraz yabancılaşayım. Yolculuktan geriye sadece kelimeler kalsın. Yazı işçiliği unutuşun gaddar paletleri altında ezilsin de son dokunuşlara alan açılsın ve -ben dahil- okuyanlar bir nefeste öyküyü ufalayıp tüketsin diye kenarda bir müddet bekletirim.
Çok sabredemem tabii. Az unutunca klasörü indirir, dosyayı açarım. Hepten unutmasam da bekleyiş amacına ulaşmıştır. Tadı vardır ama birkaç gün önce dilimde çevirmekten kaynaklanan bildik tat yoktur.
O da ne? Ben o öyküyü yazmak telaşıyla binbir ümit, şevk bu öyküyü mü yazmışım? Olmamış. Olmuş ama olmamış. Elden geçirilecek yanları vardır ama öykü olmuştur. Fakat olmamıştır, çünkü yazılan bu öykü, o öykü değildir. Peyami Safa’nuiın ilk okuduğumda garipsediğim sözünü bir kez daha hatırlarım o an: “Bütün yazılarımdan pişmanım. Onlardan utandığım için daha iyilerini yazmaya çalışıyorum.”
Yol boyu yedeğimde hiçbir kuşku yeşertmeden yazdığım da çoktur. Nihayet olmuştur. Onu yazmayı başarmışımdır. Gecenin bir yarısında yazmayı bitirip de heyecandan uyuyamadığım zamanları bilirim. Mutlulukla ürpermiş, galiba oldu demişimdir. Pek yüksek olmasa da kendi zirveme, en iyi öyküme, ne güzel yazdım diyeceğime varmışımdır. Gözümün nuruna…
Son noktayı koyduğum böyle zamanlarda o öyküyü yazdığım fikri kalelerimi fethetmiştir. Mutlu kalkarım yazının başından. Her ne kadar hüzünlü şeyler yazsam da, bazen ağlamaktan bir hal olsam da…
Sarhoşluk diyebileceğim anlarım da olmuştur. Çok güzel oldu, deyip hemen bir kurban ararım böyle zamanlarda. Henüz bitmiş öyküyü okutabileceğim, edebiyat nedir bilen, insaf sahibi, samimi bir dost… O da bu güzelliği görsün, mutluluğuma ortak olsun isterim. Biraz övsün, takdir-tebrik etsin.
O keskin nazar sahibi, öykünün şurasından burasından başlayınca yazmayı bitirdiğimin o öykü olmadığını acıyla fark ederim. Bence’ler, sen daha iyi bilirsin ama’lar, yani’ler sıra geçidi başlar; eksikler önüme dizilir. O kusurlar bir kenara not edilirken hayal kırıklığında çırpınırken gönlüme yeni bir yolculuk ateşi düşer. Yazmalıyım, yazmalısın, yazmalı…
Çiftçinin karnını yarmışlar -malum atalar sözü- seneye çıkmış. Benimki de o misal diğeri ya da bir sonra yazdığım, o öykü olacaktır. Elbet bir gün yazılanların arasına o da katılacaktır. Umudumu kaybetmem. Umut etmek insanca duyguların en asilidir bence. Altı boş, dayanaksız bir umut değildir benimki. İnanmanın gereklerini yerine getirdiğim bir umut. Yazmaya inanırım. Yazarak bir şeylerin değişebileceğine, okumaya yani aslında edebiyata…
Bu inançla yazı yolculuğu devam edecektir ve belki bunca satırı yazan kişi de çölde Leyla’yı bulan Mecnun gibi onu istemeyecek ve “Ben Leyla’yı değil Leyla’nın hayalini arıyorum.” diyecek ve yazabildiği hiçbir öyküde onu bulduğuna inanmadan başka öykülerde onu aramaya devam edecektir. Kim bilir…

