Gün Evini – 15 / Evini Özleyen Atlar
2 Haziran, Pazartesi
Birkaç gün önce yazdığım günlüğü “geceze”de yayımlamıştım. Orada Ali Emiri Efendi’nin bir dizesi üstüne arkadaşımla konuştuğumu da söylemiştim. İşte günlük yayımlamanın faydası. Arkadaşım Hasan Bey metnin altına yorum yazmış, sohbete devam etmiş. Kaybolup gider belki kaygısıyla alttaki o yorumu metnin içine alıyorum şimdi. Kendisine de söyledim, öyle güzel yorumlar yazıyor ki birkaçını bir araya getirse o da günlükçüler kervanına katılmış olacak. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum aslında. Neyse, şöyle demiş:
“Ali Emiri Efendi, ‘Sabah veya akşam, ufukta elma gibi kırmızı görünen ve elle tutacak şekilde yakın duran güneşi, küçük bir aşk hediyesi olarak yâre takdim etmek mümkün mü?’ diyerek yâre cömerliğini göstermiş. Eğer sevgili dünyevi bir kimse ise elma metaforu yasak elmayı düşündürüyor. Ama manevi bir sevgili ise, yine yasak elma düşünülse de onun en büyük neticesi, ille-i gayesi Efendiler Efendisi’ne bir armağan olarak, güneşi ancak küçük bir aşk hediyesi olarak Ona takdim etme hayalî akla gelir ki yine güzeldir.
Tesbih ve ‘sevdiğine verilen hediyenin saymadan, sınırlamadan olması’ konusunu, on veya on bir yıl önce, radyo programı yapan bir şair arkadaşım da dile getirmişti ve o günlerde de konuşmuştuk. Esma ül Hüsna’nın ebced değeri ve zikirlerin belirli bir sayıya göre olmasının anahtar işlevi gördüğü minvalinde şeylerdi.
Eline sağlık.”
Asıl senin eline sağlık.
O gün yazdıklarım hakkında başka bir arkadaşla da konuştuk. Klavye sürçmesi yapmışım bir iki yerde ona dikkatimi çekti. Bir de “Monla” da öyle bir yazım hatası mı diye sordu. Hayır, Monla hatalı kullanım değil. Öyle kullanılıyor. Biraz konuştuk bu konuda.
Aslında mevlana (efendimiz) veya mevla (efendi) sözcüğü “molla”ya evrilirken arada “monla” durağında biraz eğlenmiş olmalı. Molla daha dar anlamlı elbette. Anlamla ilgili ilginç değişimler gözlemleyebiliyoruz bu üç sözcüğün ilişkisine baktığımızda. Önce geniş anlamlı bir saygı ifadesi olan “mevlânâ” (efendimiz) sözünün bir şahsın özel adı gibi kullanıldığını görüyoruz birkaç asır sonra. Anlam daralması var, özelleşme de diyoruz buna. Mevladan mollaya geçişte de başka bir anlam daralması var, anlam kayıyor da biraz burada, hatta bazı kullanımlarda kötüye kaydığı bile söylenebilir. Monla ise belki sadece Mevlana Celaleddin için kullanılıyordur, ben başka türlüsüne rastladığımı hatırlamıyorum şimdilik. Monla-yı Rum: Anadolu’nun efendisi.
Arkadaşım “Ama aynı anda kullanılmış bu sözcükler farklı anlamlarıyla,” dedi. O da doğru. Bazen bir sözcük birkaç farklı sözcüğe evrilebiliyor ve bu sözcüklerin hepsi eşzamanlı kullanılıyor.
Bunu düşünürken aklıma hemen “kadın” ve “hatun” geldi. Her ikisi Eski Türkçe “katun”dan evrimleşmiş. Yakın anlamlı iki sözcük ama aynı değil. Zaten aynı anlamda iki söz pek olası da değil. Ama bu örnekte kaynak sözcük kullanımdan düşmüş.
Sonra aklıma “halife”, “kalfa”, “kahya” üçlüsü geldi. “Evet, sonraki iki sözcüğün kaynağı halife ve üçü farklı anlamlarıyla eşzamanlı kullanılıyor bugün bile,” dedim. Demez olaydım. Fena yanılmışım. İyi ki hocalarımız sıkı sıkı tembih etmiş. “Lügatte kahramanlık olmaz.” “Lügatte pehlivanlık olmaz.” “Bilseniz bile bakın, kontrol edin.” Nişanyan ve TDK sözlüklerine baktım. “Kalfa” gerçekten “halife”den geliyormuş ama “kahya”nın kaynağı “kethüda” imiş.
Kaknüs kuşu hakkında da konuştuk o gün ama şimdi yazmaya üşeniyorum. Merak eden kendi baksın. Yalnız, sanırım yayınevi logosunda “n” harfinin vurgulanması boşuna değil. Benim tahminim “nun” harfi vurgusu. Kalem suresinin başında, hurûf-ı mukattaadan “nun” var malum. Sonra da kaleme ve yazdıklarına yemin ediliyor. Bu, kalem ehli için önemli bir âyet. Dolayısıyla “nun” harfi de.

10 Haziran, Salı
Bayram geldi geçti. Hüzünlü bayram kutlamaları vardı bazı arkadaşlarımın durum güncellemelerinde. Çoğu “Bayram o bayram ola” şiirinden bazı dizeler paylaşmıştı.
Abdurrahim Karakoç’un bir dizi şiiri vardı bayram bayram mı gerçekten diye sorgulayani, onlardan dörtlükler paylaşabilirdim ama elim varmadı. Üşendim.
Bayramda hanım köylüydüm. Bir ara kalabalıktan kaçtık oğlanla. TRT’de takip ettiği bir program var, onu izlemek istiyordu, yalnız bırakmama bahanesiyle ben de kaçtım ıssız bir eve. İsmail Kara’nın “Türkiye’yi Düşünmek” programını izledik önce. Hemen ardından bir film vardı. İsmail Hoca neyse de film harikaydı. Aslında epey de eski bir filmmiş ama ben pek takip etmem zaten ne var, ne yok. Çok hoşuma gitti. Moğolistanlı bir yönetmen çekmiş. “Cengiz Han’ın İki Atı”.
Yerel ezgiler, halk müziği ve bol bol harika manzaralar, at sürüleri var filmde. Eski bir şarkının sözlerini arıyor bir müzisyen. Çin’e bağlı İç Moğolistan’dan eskiden Sovyet uydusu olan Dış Moğolistan’a gelmiş. Ayrıca ninesinden kalan keman parçasını eski kemanlar yapan ustaya restore ettirmek istiyor.
Müzisyen not alırken eski Moğol yazısı, yani Uygur alfabesi kullanıyor. Oğlana sordum. “Ne dikkatini çekti?” diye. “Yukarıdan aşağı yazıyor,” dedi. O da doğruydu. Ben alfabe hakkında biraz bilgi verdim. İşte, bu Uygur alfabesidir aslında, onlar Soğd alfabesinden almışlar. Onun kaynağı da Süryani alfabesi olmalı filan. Soğd nasıl bir millet, hiç duymamış. Onlardan da bahsettim bildiğim kadarıyla.
Kahramanımız bir yerde mektupla at kılı göndermek istiyor ustaya keman için. “Bu gitmez” diyorlar, “Kiril alfabesiyle yazman lazım.” Eski alfabe artık Moğolistan’da kullanılmıyor ama kadın da Kiril bilmiyor. Sizin oralarda da böyle yurtlar (çadır) var mı diyorlar bir yerde. “Eskiden varmış,” diyor, “sonra ev yapmış Çinliler, Moğollar da onlara uymak zorunda kalmış.” Her iki ülkede kalan ve yiten kültür unsurları var. Ortak sorunlar da var tabii, mesela çevre sorunu.
Her şeyi anlatacak değilim elbette. Hasılıkelam, iyi filmdi. Aslında bir efsane varmış “Cengiz Han’ın İki Beyaz Atı” diye. Bence Cengiz Han’ın iki atı iki Moğolistan. Hangisi büyük at hangisi toy at bilmiyorum. İkisinin de birbirinden öğreneceği şeyler var filmden anladığım kadarıyla.


