Kartalkaya’ya kaç gassal gerek?
Bu yazı için tuşlara dokunmaya başlamam haftalarımı aldı. Geçen haftalarda gündeme çokça gelip yoğun tartışmaların odağına oturan ‘Gassal’ dizisi hakkında bir çift söz söylemekti maksadım esasen. Bir çok yazıda olduğu gibi önce başlık gelip oturdu zihnime henüz kalemi elime almadan. İlk ve son bölümdeki hüzünlü atmosferin oluşmasını sağlayan ‘İçim yanar…’ şarkısının sahibi Ferdi Tayfur’un vefat haberi geldi dizinin gündeme oturduğu hafta. Bu şarkıyı mı başlık olarak seçmeliydim? Çok geçmeden bir haber daha geldi uzak diyarlardan. Bir süredir kanser tedavisi gören 17-25 Aralık soruşturması polislerinden Hüseyin Korkmaz da genç yaşta vefat etmişti, gök ekini biçmiş gibi. Öyleyse zihnimdeki başlığı değiştirip ‘Hiç Ferdi Tayfur’la Hüseyin Korkmaz’ın gassalı bir olur mu?’ yapsam ve yazının düşünsel-duygusal boyutlarını bu yönde ilerletsem nasıl olurdu? Başlık çok mu uzundu? Yunus’un “Yanar içim göynür özüm.” ifadesi daha mı uygundu musalla taşına götürülenlere? Tasavvuftaki ‘gassalın elindeki meyyit gibi’ deyimini bu yazıda hangi bağlamda kullansam okuyucuya kendimi doğru anlatabilirdim? Yoğun iş temposu sırasında ben bunları düşünüp hayalî yazının argümanlarını zihnimde bir sıraya koymaya çalışırken bu sefer de yazar Selim İleri’nin vefat haberini okudum sosyal medyadan. Selim İleri’nin gassalına bir gönderme yapmak mı daha uygun olurdu başlıkta? Bir kez daha çöp oldu zihnimde yazılmamış yazı. Muhatabına gönderilmemiş bir mektup gibi hayal âleminin koridorlarında kayboluverdi bir kez daha. Uygun bir zaman bulup bilgisayar başına henüz oturamadan, bu sefer de acı haber Bolu-Kartalkaya’dan geldi korkunç görüntüler eşliğinde. 78 insan bir hotelde çıkan yangında acı bir şekilde can vermişti.
Gündemin bu kadar hızlı değişip tükendiği bir başka ülke var mıdır acaba? Haftayı değerlendiren bütüncül bir yazı yazmak oldukça güç bu coğrafyada. Her an yeni bir büyük hadise yazdıklarınızı anlamsız kılıverir âdeta. Deprem, patlama, göçük, yangın… Hepsinin sonundaki tek gerçek: Ölüm. Ne çok acı var hissedebilen bir kalp için? Gassal dizisi bu acı gerçeği yakalaması ile önemli bir başarıya imza atmış belki de. Hiç beklenmedik bir anda teneşire geliveriyor insan, gassalın önüne meyyit olarak.
***

Tartışmalar henüz dizi gösterime girmeden başladı? Büyük şehirlerin ana caddelerindeki bilbordlarda bir yazı herkesin dikkatini çekti: ‘Ölünce beni kim yıkayacak?’ Sade, koyu karanlık bir fon üzerine beyaz harflerle yazılan bu sorunun bir televizyon platformunda yayına girecek bir dizinin tanıtımı olduğu kimin aklına gelebilirdi? Bana da bu yazı ilk anda depremi çağrıştırdı? Öyle ya! Uzmanların yıllardır yana yakıla bahsettiği büyük Marmara depremi İstanbul’da hayatı felç ettiğinde kimin aklına gassal gelirdi? Acaba bu büyük tabelalarla halkın dikkatini çekmeye çalışan irade, deprem gerçeğine atfen bir sosyal sorumluluk projesinin tanıtımına yönelik hazırlıkları mı duyuracaktı yakında? 6 Şubat depreminin üzerinden henüz iki yıl bile geçmemişti ve yıkanmadan defnedilen, cesetlerine bile ulaşılamayan insanlar henüz unutulmamış olmalıydı. Öyleyse işte sorumluluk sahibi bir irade kolları sıvamış ve inisiyatif almaya çalışıyordu. İnsanca yaşayıp, doğal süreçlerle insanca ölmeyi hak eden insanımız; vefat ettiğinde de yıkanıp, kefellenip dualarla uğurlanabilecekti işte! Böyle düşünmüştüm ben o tabelaları gördüğümde.
Koyu ve sade bilbordlardaki yazının şifresi çözülünce tartışmalar daha da alevlendi. Bu tanıtımın TRT’nin şifreli platformu için yapılan bir dizi olduğunu görenler her konuda olduğu gibi yine ortadan ikiye ayrılıverdi. Kimi halkın vergileri ile yayın yapan devlet kurumunun bir kez daha seyirciden para aldığı bu platformun varlığını sorguluyordu? Kimi dizinin politik bir ajandanın bir parçası olduğunu öne sürüyordu? Diğer kanattan ise diziyi küfürsüz, alternatif bir sinema hareketi olarak değerlendirip sahiplenen ve eleştirileri göğüsleyenler de az değildi. Bir sanat ürünü daha yine siyasi tartışmalar eşliğinde seyircinin karşısına geldi böylece.
Milletçe ortadan ikiye ayrılmaya öylesine alışmışız ki artık kimselerin dikkatini bile çekmiyor bu ayrışmalar, tartışmalar. Her şeyi eşitleyen ölüm bile bizi birleştirmeye yetmiyor artık. Ferdi Tayfur bile henüz yıkanıp kefenlenmeden en yakınları ikiye bölünüverdi. Sanatçıyı, sevenleri ‘Hatıran Yeter’ şarkısı eşliğinde uzaktan uğurlarken; kızı ve uzun yıllar hayat arkadaşlığını yapmış eski eşi cenazeye geldiler ama törene katılamadan dönmek zorunda kaldılar.
Tüm tartışmalar bir yana bırakılırsa ne diyor dizi seyirciye? On bölüm boyunca döne döne Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiirinde özetlediği gerçeği vurguluyor:
“Neylersin ölüm herkesin başında;
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında…?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”
Evet, hiç beklenmedik bir anda geliyor ölüm. Bâki karakterinin yalnızlık ve çocukluk travmalarından kaynaklanan karamsar ve somurtkan ruh hâletinin aksine hayat dolu, mutlu aile babası olan en yakın arkadaşı Ahmet; eşi ile birlikte hayallerini süsleyen havuzda ölü bulunuyor. Gassal’ın, ölünce kendisini yıkaması için anlaştığı bir dostu bir anda kurşunların hedefi oluyor. Ölüm her an insanın yanı başında. Dizinin verdiği en temel mesaj bu.
Yarımşar saatlik on bölümden oluşan dizide her sahneye uygun gerilim veren rahatsız edici müziklerden kaçınılmış. Rüzgar ve yağmur gibi tabiat sesleri, ortamdaki hayvanların sesleri doğal ortamları sahne hâline getirmiş. Her bölümde, daha çok bölüm sonlarında, içeriğe uyan bir arabesk şarkı dizinin o ölüm kokan acılı coğrafyayı iyi yansıtan atmosferini oluşturmuş. Yetenekli ses, bölüm sonlarında orkestrayla beraber ortaya çıkıyor ve kameralara bakıp seyirciye doğrudan hitap ederek dördüncü duvarı yıkıyor: ‘İçim yanar, yanar…’
Ölüme bakış, cenazeye ilişkin türlü geleneksel algılama biçimleri ve âdetler; sinema diline uygun sarkastik bir üslupla başarıyla gösterilmiş. Mizah ile başkarakterin agresif ve karamsar tutumunun buluştuğu nokta; ölümün acı yüzü ile hayatın her şeye rağmen yaşamaya değen tadını vurgular mahiyette.
Bâki’nin babası ile yüzleştiği sahnede en üst noktaya çıkan gerilimli duygu, sanki oyuncunun gerçek hayatta yaşadığını düşündüğü haksızlıklara karşı vermek istediği tepkiyi hatırlatırcasına dizinin dışına taşıyor ve diziye başka bir bağlam kazandırıyor. Birkaç hafta oldu diziyi seyredeli ama ilk ve son bölümde seyirciye duygu yoğunluğu yaşatan ‘İçim yanar, yanar, yanar….’ feryadı en çok da Kartalkaya’daki yangınla kalpleri yaktı geçti. Bir kış tatili için soğuk ve karlı dağları tercih eden ailelerin, ölümün soğuk yüzü ile içleri yandı? Bu yangınla bir kez daha hatırladık yozlaşmış insanlığımızı, sorumsuz iradelerimizi, umutsuz beklentilerimizi… Hepsi öldü. Şimdi Kartalkaya’ya kaç gassal gerek?