Sırtımda Ağır Bir Yük
Yaşadığım şehirde henüz hiçbir şey alışmakta sıradanlaşmadı. Belki daha dört mevsimi yaşamamamdan, belki henüz tüketecek kadar nüfuz edemememden. Belki de tabiatla daha fazla haşır neşir olmamamdan.
Zaten her an bambaşka bir boyayla boyanan arz ve semaya nasıl alışılır? Sabah güneşinin ilk ışıklarının vurduğu ağaçla ya da bulutla, gün batımının renkleri altındaki ağaç ve bulut aynı değildir. Yağmur yağar, rüzgâr eser, bir kuş uçar, yanından ansızın meraklı bir sincap geçer… Olur bunlar. Hele bir de “ha” demeden hayran olan bir gönlünüz varsa.
Yine de mimariye yavaştan aşina olmaya başlıyor insan. Mimari dediysem Üsküdar’dan Sarayburnu’na bakmak gibi, Süleymaniye’nin bahçesine adım atmak gibi bir şeyden bahsetmiyorum tabii. Kanımca İstanbul’dan da usanılmaz. Gökyüzüne bakmaktan usanılmayacağı gibi.
Bahçeli evleri, çarşısı, kilisesiyle küçük bir şehir burası. Bazen bir köşede, ulu bir ağacın altında karşınıza ansızın çarmıha gerilmiş İsa heykelleri çıkıyor. Altında birkaç buket çiçek, birkaç mum… Bazen kucağında bebeğiyle Meryem Ana… Ama beni en çok etkileyen sırtında çarmıhı, başında dikenli tacıyla Golgota’ya tırmanan İsa heykeli oldu. Teolojik sınırları ötesi bir duygulanış benimkisi. Bir acı, bir hüzün, yoğun bir empati duygusu geldi, oturdu içime.
Bu heykele bakarken, tarihin tekerrürü ile sürekli kanayan bir yaraya bakıyorum sanki. Barabbas’ı seçen toplum sırtımıza ağır yükler vurdu. Başlarımıza dikenli taçlar taktı. Çile dağına sürüldük. Hepimiz kendimizce yürüdük. Kimimiz sabırla ve yılmadan, kimimiz şikâyetlenerek. Belki bundan, bir yakınlık duydum bu heykele. Sırtlarında küçücük birer çantayla gecenin karanlığında, dağ tepe tırmanan, korkuyla kuytularda bekleşen, denizler, nehirler aşan veya aşamayan göçmenler…
Bir belirsizliğe yürürken herkesin yükü kendine ağır. Neler düşünürler? Korkuları, ümitleri nelerdir? “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” değildir kanımca yolcunun sözleri. Bu zorlu yolculukta içimizde yankılanan ayetlerin şavkı adeta önümüze düşer gibi olur. Onun bizi terk etmediğine olan inancımız güç olup, damarlarımızda akar. “O beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.” Korkma, önünde yollar açılacak… “O bana yediren ve içirendir.” Yanına azık alamadın, dert değil yürü… Gecenin ayazında sulara battın, ıslandın. “Hastalandığımda bana şifa veren odur.” Eyvah bot su alıyor, galiba bitti, diye düşündüğünde “O benim canımı alacak ve sonra diriltecek olandır. O hesap gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur.” Biraz korku, biraz ümit değil mi hayat yolculuğu? Bazen birinin bazen diğerinin ağır bastığı. “Ey rabbim bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat.”
Ve sonra hayat rutine döner. Günlük telaşlar, içinde çağlayan ayetlerin sesini bastırmaya başlar. Ve sen yokuş yukarı dağa tırmanan bir İsa tasvirinin karşısında sırtındaki gerçek yükü yeniden fark edersin: Emaneti yüklenmiş olmanın cahilliğini, ağırlığını. Bu taşıdığım insanlığın değil kendi günahlarımın yüküdür, dersin. Yoruldukça ağırlaşır yükün. Zaman zaman tövbe duraklarında bırakırsın birazını. Bir hafiflik, bir neşe doldurur içini. Gölgeli yolların serinliğinde yürürsün bir zaman. Sonra ne ara olur bilemezsin. Yine sırtında bir yük, ağırlaştıkça ağırlaşır. Yaşamanın ağırlığını yükselirsin… Gurbetin ağırlığı da gelir. Teselliler de gelir ama:
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin, şölenlerin, ayinlerin, yortuların dışında
Sana geldim.
Ayaklarına kapanmaya geldim,
Af dilemeye geldim, affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim.”

