Arabeske Dair Fragmanlar
Doğurmaktan büsbütün aciz baştan ayağa kısır bu posmodern dedikleri zamanın eskiyi allayıp pullayıp geri getirme gibi bir kabiliyeti var. Yeter ki üstünden biraz zaman geçsin, yeter ki bir şeyler unutulmaya yüz tutsun. Eski eşyalar öyle, eski alışkanlıklar, eski dostluklar öyle. Arabesk şarkılar da öyle: Yıllar sonra kadim bir yüze rastlamış gibi, eski bir yarayı sancıtmış gibi, sanki hiç bitmemiş gibi, hep ordaymış gibi.
Nilüfer misal söyleyelim: Yine yeni yeniden. Biten ne ki aslında? Ömürden başka!..
Arada kendini gösteriyor göstermesine de bu arabesk o arabesk midir bilmek zor. O kadar zaman geçmişken o kenar mahalleler, o evler, o yaşamlar çoktan çekip gitmişken bir cevap bulabilmek öyle zor ki. O elmanın tadı orda./ O kuş çoktan öttü bitti, diyor şair. Bir şeyler değişiyor hayatta. İnsanlar yine acılar duyuyor yine öfkeleniyor, yine sevebiliyor ama o insan olarak değil. Bir yenilmişler ülkesiydi arabeskin ülkesi, baştan ayağa yenilgiler ülkesi. Geçip gitti, adı kaldı yadigâr.
Neler söylenmedi ki arabesk için. Kimi aşağıladı kimi yüceltti. Kimi basit bir etkilenme olarak gördü, kimi halkın öz yaşantısı dedi. İddia çok. Bu yazıda bu iddialardan ikisine yer vermeye çalışacağım. Amacım iddiaları açıklamaktan çok arabeskin toplumumuzdaki seyrine yer vermek. Onu da baştan söyleyeyim.
I
TDK Sözlük, arabesk kelimesini “Arap müziğini andıran, genellikle karamsarlığı konu edinen bir müzik,” diye tarif etmiş. Sözlükteki tanıma bakılırsa arabeski iki kavram etrafında düşünmemiz gerekiyor. Bunlardan birincisi Arap müziğini andırması, diğeri de karamsarlıklardan bahsetmesi yahut insanı karamsar bir ruh haline sokması.
Şunu artık bilelim ki arabesk, Arap müziğini andıran, diye geçiştirilecek kadar basit bir müzik tarzı değil. Kavram illa bir ilişki üzerinden tanımlanacaksa bilmeliyiz ki işler sandığımızdan daha karışık. Bir kere bu “Arap müziğini anıştıran” betimlemesi oldukça netameli ve de siyasi bir mesele. Hatta bir kanon. O Arap müziği memlekette durduk yerde mi peydahlandı, başka bir zevkti de halk illa gidip onu mu tercih etti sorgulamak gerek.
Hatırlayalım, genç cumhuriyet halkın müzik zevkini de “ilerletmek” istiyor ve bazı yaptırımlar uyguluyordu. Yasaklar yaptırımlar ahaliyi “eğiteceği” yerde memlekette bir Arap (Mısır müziği de denebilir) müziği furyasına sebep olmuştu. Bunun en büyük saiklerinden biri Hint-Arap filmlerinin 30’lu 40’lı yıllarda oldukça popüler olmasıydı. Görünen o ki halk kulaklarının alışık olmadığı senfonik müzikler yerine Arap şarkılarını tercih ediyordu. Bu ilgi o kadar büyümüştü ki bu defa bir kanunla Arapça filmlerin şarkıları yasaklanmış ve sözlerinin Türkçeye çevrilmesi istenmişti. Telaşın altında Aşkın Gözyaşları filmine olan o büyük rağbet yatıyordu, sene 1938. Filmlere Türkçe aranjmanlar yapma meselesi de bu zorlamayla ortaya çıktı. Aranjman, İngilizce düzenleme anlamına gelen “arangement” kelimesinin halk dilindeki adı. Aranjman şarkıların başlatanı değilse de duayeni Sadettin Kaynak’tı. Sadettin Kaynak’ın bu dönemde 200’ün üstünde aranjmanı var, diyeyim gerisini siz anlayın. Sadettin Kaynak’ın çalışmalarının faydası 70’lerde pop müzik’te daha çok görülecek ama bu başka mesele.
Sadettin Kaynak’ın yaptığı işlere bayılanlar kadar aranjmanlarıyla klasik müziğe ihanet ettiğini düşünenler de az değildi. Az değildi, zira Sadettin Kaynak film müziklerinin aradaki dakikalarını yetiştirebilmek için şarkıları serbest icraya göre düzenliyordu. Zemin-nakarat-meyan-zemin düzenli şarkılar onun elinde Abdülhak Hamit’in serbest müstezadları gibi bambaşka biçimler almıştı. Halk bundan şikâyetçi miydi? Pek öyle görünmüyor? Rakamlara bakılırsa Sadettin Kaynak’ın aranjmanlı filmlerine bilet alanlar filmlerin diğer sinemalardaki gösterimlerine gidenlere göre kat kat fazla. Eh, Müzeyyen Senar da bu aralarda boy veriyor ve Mısırlıların Şamran’ından Gülsüm’den çok seviliyordu. Türk Sanat Müziğinin, Klasik Türk Musikisinin yerine geçmesi biraz da bu yollarla oluyor. Bu şartlarda, bu kısıtlamalarda, bu mecburiyetlerde. Zorla olmuyor demek ki? Acaba TDK Sözlük bu yıllardan gelen bir esintiyi mi söylemek istiyor “andıran” derken? Zihninden bir kanonu mu saklıyor?
Eğer andırıyor olsa bile başka bir soru zihnimizi kurcalıyor: Arabesk, Arap müziğinden neyi ve nasıl andırmaktadır? Tür mü, söz mü, çalgı mı, icra mı? Sahi nedir andırıcı olan? Bunun bir cevabı yok ama kabul etmeli ki “andıran” iyi seçilmiş bir kelime. Ne anlarsan o, gibi bir şey.
Dönem için tek kötü olan Arap müzikleri değildi, Çingene müzikleri de en az onlar kadar “sorun” kabul ediliyordu. İşin netameli tarafı, arabesk müziğin bu çingene müziğinden en az Arap müziği kadar etkilenmiş olması. Sadece arabesk mi? Çingene müziklerinin bütün halkımız arasında özellikle eğlencelerde eskiden beri yeri vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında çeşitli çingene müzisyenlerin kurdukları saz heyetleri ve bu heyetlerce doldurulan fasıl kanto plakları bolca çalınır, söylenir ve dinlenirdi. Merak edenler Osman Cemal’in Çingeneler romanına baksa bile yığınla malzeme bulur. Eh klasik musiki yasakları da tuzu biberi oldu ve bu alana ilgi iyice arttı. Şimdi yeniden soralım: Arap müziğini andıran arabesk müzik çingene müziğini daha mı az andırdığı için bu ad hiç konuşulmamış?
Kaynaklar arabesk müziğin icrasında, hususiyle de keman icrasında Arap müziği yakınlığı bulunduğu iddiasında. Arap müziğini andırmasından kasıt bu olsa gerek. Eğer öyleyse bu bizi daha büyük bir soruna çıkarıyor: Çünkü o dönemki Arap müzikleri büsbütün Osmanlı müziğinden başka şeyler miydi? Devletin bir vilayeti olan Mısır merkezden ne kadar ariydi? İsmail Dede’lerin oralara göçmesini ve nüfuzunu bir kenara bırakalım, daha yakınımızdaki 20’li yıllarda Mısır müziği Haydar Tatlıyay’lardan az mı şey öğrenmişti? Arap müziğinden geldi sanılan keman icrası tam tersine Tatlıyay’lar ile oralara gitmedi mi?
Çok sıkmadan bitirelim: “Andıran” diyerek açıklamaktan ziyade bir kanonu dillendiriyor sanki TDK Sözlük. Oysa Hafız Burhanlara ve gazellere hiç girmedik daha. Girersek çıkılmayacak, anlaşılan. Daha kantolar var, halk müzikleri var hepsini de bana kalırsa hepsini de “andırıyor” bu arabesk denen mübarek.
II
Arabesk üzerine bir diğer söylem de arabeskin köyden kente göçenlerin taşıdığı bir kırsal müzik olduğudur. Doğrudur, 1950 ile 1960 arasında kent nüfusları göçlerle neredeyse iki kat artmıştı. Artan bu yeni nüfus arabeskin tutunduğu boy verdiği zemindi ama unutmamalı ki arabesk öyle köyden kente getirilmiş göçebe bir müzik değildi. Onun hikâyesinde Mısır şarkılarından aranjmanlara, halk müziğinden kantolara, gazellerden sanat müziğine kadar epey netameli bir geçmiş var.
Bu büyük derelerden beslenen arabesk müzik ilk uçlarını 60’larda vermeye başladı. 60’ların başlarında Suat Sayın, Ahmet Sezgin gibi sanatçıların doldurmaya başladığı 45’lik plaklar bizde bu müziğin ilk görünümleri sayılabilir. Ama arabesk müziğin yer bulmasında asıl pay Orhan Gencebay’ındır. Kendisi bestekâr ve icracı olan Gencebay’ın Deryada Bir Salım Yok şarkısı 1964 yılında Ahmet Sezgin tarafından seslendirilmişti. 1968’de Bir Teselli Ver ile Orhan Gencebay kendi plaklarını doldurmaya başladı ve bizim nur topu gibi bir arabeskimiz oldu.
60’lı yılların tek tük örneklerinden sonra 1970’lerde kaset kayıtlarının başlaması arabesk müzik için ciddi dönüm noktası oldu. Kasetlerin daha ucuza mal edilmesi ve pek çok ortamda çalınabilmesi arabesk dinleyici kitlesinin oluşmasında mühim bir etkendir. Öte yandan 70’ler, Orhan Gencebay’ın ardınca Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur ve İbrahim Tatlıses’in kervanda yer aldığı dönemdir. Kaset ve plak satışlarına bakılınca toplumun bu yeni türe sahip çıktığı anlaşılıyor. Evlerden, çay bahçelerine, dolmuşlardan tekstil fabrikalarına kadar dört yanda bu sanatçıların şarkıları çalınmaktadır. Belli ki kentte tutunma çabaları, hayat pahalılığı, merkez-varoş arasındaki ekonomik ve kültürel farklar halkı bu müziğe yakın tutuyor hatta onun sesi oluyordu. Ezilmişliğin, yoksulluğun, değersizliğin ve türlü kültürel farklılıkların boca edildiği arabesk şarkılarda halk kendini buluyordu.
Büyük sanatçılar furyasına o boyda yeni isimler katılmasa da arabesk altın çağını 80’lerde yaşadı. Bunun en büyük sebebi, arabeskin Özallı yıllarla radyo ve televizyon yasaklarından kurtulması ve daha geniş kitlelerde yer bulabilmesi olmalıdır. Bu bile az gelmiş olmalı ki ilerleyen yıllarda “Seni Sevmeyen Ölsün”lerle seçim şarkılarına kadar yer edinmişti. Yer edinmişti ama o merkezîlik en başta arabeskin kendini vurmaya başladı. Çünkü merkezin değişmeye karşıt duruşu, arabeskin doğasındaki isyan ve yeniliği kırmış onu kendi olmaktan çıkarmıştı. Hep bir kazanç kaygısında olan piyasanın arabesk şarkıcıları en sağlam, en güvenilen yerde tutunmaya mecbur etmesi onu kendi doğasına ters düşürmüş ve “pop” karşısında ezmeye başlamıştı.
80’lerin sonlarında ve 90’ların başlarında arabeskin poplaşmaya başlaması elbette kentteki toplumsal yapılarının birbirine karışmasıyla da alakalıydı. Acılarla, kederlerle dolu büyük sevda hikâyeleri yerini hayatın geçip giden küçük kaygılarına ve rastlantılarına bırakıyordu. Yeni kuşaklar büyük acılar, büyük anlatılar dinlemeyi sevmiyordu. Bunun altında 80 darbesinden “postmodern” yaşamlara, kentlerin yeni şartlarından dar zamanlara kadar yığınla sebep aranabilir. Dengesiz paylaşımın sorun olmadığı yerde dünya d batması gereken bir dünya olmayacaktı elbet.
90’lar Kral TV gibi ilk özel müzik televizyonları radyolarıyla arabeskin baş tacı ettiyse de arabesk kendi sesini ve insanını çoktan kaybetmişti. Acıların, isyanların, başkaldırıların bir şarkı sözü olmaktan öte bir anlamı yoktu. Zaten çok geçmeden de o lastik çatılı, briketten tek kat evli, küçük bahçeli “yoksul ama gururlu” viranelerin yerinden katlı beton apartmanlar yükselmeye başlamıştı. Hatta az bir zaman sonra onlar da çekilip yerlerini devasa plazalara terk etti.
Arabeske de ancak çağrılan zamanlarda o eski hikâyesini anlatmak düştü. Tabii sesini fazla yükseltmemek ve yeni enstrümanlarla döşenmiş sahnelerin elbisesini giymek kayd u şartıyla!
Not: Bu yazıda, Uğur Küçükkaplan’ın Ayrıntı’dan çıkan Arabesk Toplumsal ve Müzikal Bir Analiz ile Türkiye’nin Pop Müziği kitaplarından epey istifade ettim. İlgililerine ısrarla tavsiye ediyorum.
Ve bir tavsiye daha: