Kasım Sonu, Köy ve Yaralı Kırmızı Şarkılar
Kasımlar sis duman. Yaprakdökümü, biteviye ve son. Ayvalar, muşmulalar… Onlar da tükenince bitecek yıl. Bitecek zaman. Sobalar yakıldı çoktan. Kuzinelerde mantar ıslıkları, kumpir kokuları, kestane yanıkları. Yaz bitti çoktan, sonbahar da. Kar gelecek ve örtecek her şeyi. Geride ne kalacak? Belki yaz izlenimleri, ufak tefek çocukluk imgeleri, yaralı kırmızı gençlik düşleri…
Kasım, yüreğim büsbütün. Tütmeye başlayan bacalar, boşalan tarlalar, yaprak döken ağaçlar… Davrandım birden. Duramadım kentte ve çekip gittim köye. Okuyacağınız onun günleri…
Birinci Gece
Bir zamanlar kahvehaneleri adam, köşe başları kadın ve sokakları çocuk dolu olan bu köy, bakıyorum da bitmiş. Ölenlerdi, gidenlerdi, göçenlerdi.. kimseler kalmamış. Kahvehane masalarında ölümü bekleyen üç beş adam, birkaç çoban, birkaç öylesine aylak. Telefonları var, ona bakıp duruyorlar. Bir zamanlar her yanın tıka basa adam dolduğu bu mekânları anımsıyorum. Gürültülerini, kahvehane kapısının bir açılıp bir kapanışını, peykelerde oturulup tabakalardan cıgara sarılışını. İyi bir şey miydi o tıka basa dolu kahveler? Değilse de bu mu iyi olan?..
Odama gelip sobamı yakıyorum, kâğıtların talaşların o ilk alevi bir tiryaki özlemi gibi. Belki o sıcaklık. Okunacak kitaplar mı vardı sonra.. sonra neydi?.. Sonra?.. Bir sonra var mı?..
Bu kayıtsız görünüşüm her şeyden kurtulmuşluk hali değil. Yine yığınla sorun bir yandan. Yürümeyen şeyler, yetiştirilmesi gerekenler, aksayan, ha bire aksayanlar, ertelenenler. Ve evet, en çok da ertelenenler…
Demek ki bazen uzaklarda olmak da değil bu. Kasımda köyde olmak da değil. Bahçede muşmulanın çürüyen son dökümü değil, çıplak kavaklar değil.
Ben en son köyde böyle. Yani soğuk odalarda sönmeye yüz tutmuş (geçmiş, diyecektim de gençler bilmez) bir soba kenarında… Yıllar önceydi. Üniversiteye hazırlansam, deyip gelmiştim, o kıştı. İkide bir aynı şeyi sorardım: Hazırlansam mı? Nilüfer çalardı küçük teybimde, Çarem Benim. İzmir’i hatırlardım. Sobayı yakardım. Belki bir şeyler çalışırdım ama nedense hep yarım kalırdı.
Gelecekteki günler tıpkı Nilüfer’in sesi gibi bir camın ardında öyle buğuluydu. Ama niyeyse üzüm bağları olan bir şehir düşlerdim, trenler geçen bir şehir olsa ne iyi olurdu. Trenler, içi yalnızlıklarla dolu trenler!.. Soba yine geçerdi. İçimdeki düşler bazen sobanın içindeki koca kütük gibi apansız çökerdi. Ne olacak, derdim. Neyi istiyorum ki ben?
“Sen sular gibi çarem benim, aşkı elinden içtiğim.” İyi laflar söylüyordu buğu sesli kadın, iri laflar. Aşkı elinden içtiğim, öyle mi? Demek ki 70’lerin o havası esiyordu hala bir yerlerde. Belki de bakiyesi, üniversitede koca koca hayal kırıklıklarına çıkan bir gönül hikayesi olup çıkan şarkılar..
İnsan niye yürütemez önündeki işini. Ya ciddiye almaz. Yahut çok çok önemser. “Sen ömür gibi mahkûm etme yaşamadım gençliğimi!” Ne yok saydım, ne de çok önemsedim. Bulutsuz gökyüzünde göçüp giden kuşlar gibi geçti yıllar.
Soba geçmişken onu diyordum; yıllar sonra geldiğimi. Çocukluğumda, ilk gençliğimde köyde güzel bir evim olmasını ne çok isterdim. Şimdi çatı katlarının geniş odalarında dolaşırken o hisleri arıyorum da.. Her biri çekip gitmiş. Hani biri deyip duruyordu: O flüt hiçbir zaman o istenen flüt olmayacak.
Bitti mi yani her şey diyorum. Bir amaç için gittim buralardan ve şimdi de çıkıp geldim. Öyle değil, diyor bir ses. O geliş bu değil henüz. Ne bir amaç için çıkıp gittin sen ne de bir amacın ardında çıkıp geldin.
Cennet Sineması’ndaki o genç gibi gittim, ama ne getirdim ben?.. Bakıyorum ve diyorum, evet ne? O künhünü bulmamış ideallerim mi? Çarem benim deyip de aşkı elinden içtiğim mi, ne ki?
Belki ben, diyor bir ses ansızın. Cılız bir ses. Belki ben.
Kimsin ki sen, diyorum.
Ben eller gibi değilim, diyor, sevgi doludur yüreğim.
İyi de diyorum yeniden kimsin sen?
Susma, uzun bir susma.
İkinci Gece
Çocukluğumda bazen karşı köylere giderdik, akşamları. Bir yerlerden akrabalarımız vardı oralarda, derecesini bilmediğim ama içtenliğini anlayabildiğim bir sevgiyle karşılanırdık. Bunlardan birisi de halamızdı. Dedemizin annesinin kardeşlerinden biri miydi neydi, Hala, derdik bir şekilde.
Onun anneme bakışını görürdüm. Derin, uzun, sevgi dolu bakışlardı. Annemin ziyaretiyle kendi evreninde bir şeylerin hatırasını yaşıyor, o ağaçların gölgesinde dinleniyor, o çiçeklerin kokusundan kokluyor gibi bir hal.. ve evet, o sulardan içiyor gibi kana kana bir bakıştı.
O yüzden seneler sonra Beş Şehir’de Arabistanlı kadının hikâyesini okurken o Hala’yı hatırlayıp kitabı daha da çok sevmiştim. Hala’nın evi tek katlı, iki odalı kerpiç bir ev olmalıydı. Yan odada oğluyla daim şikâyetçi olduğu bir gelin oturmaktaydı. Gül desenli, eprik ve eğreti bir perdeyle örtülen içerlek bir pencere ve bu pencere kıyısında yoksulluğu usul usul sayıp duran bir saat vardı.
Ziyaret akşamlarımızdan birinde elektrikler gitmiş ve bu pervaza isli bir kandil konmuştu. Ama o kandil konmadan evvel karanlık odadan dışarıda yıldız ışığıyla yansıyan geniş ovayı görmüştüm ve bu karşılaşma beni derinden etkilemişti. Karanlığın içinde kaynağı belirsiz bir ışıkla aydınlanan uzayıp genişleyen bir ova.
İçimdeki o ürpermeyi hâlâ hatırlıyorum. Kant’ın “yüce” duygusu dediği şeydi belki bu: Tabiatın ortasında ve şimşeklerin altında kalıvermek.
Lise ikinci sınıfın yazı olmalı. İzmir’den kalkıp Kocaeli Yuvacık’a yaz tatiline gitmiştik. Tepede yukarılarda yalnız bir binadaydık (şimdilerde esamisi bile kalmamıştır, hele ki yalnızlığının) bir gece o binanın pencerelerinden uzaktaki Körfez’e bakarken yine o eski akşamın ürpertisiyle dolduğumu hatırlıyorum. Bir başkasında da Konya Akşehir’de.. Üniversite üçüncü sınıfta mıydım? Sisin içinde elma bahçeleri ve yine böyle bir kasım olmalı. Kış uzakları tutmuş, ovaya buğu buğu akıyordu.
Hala’yı hatırladım çünkü bu sabah hiç habersiz o halanın torunları çıkıp geldi. Oturup eski zamanlardan konuşuldu. Halanın ölümü konuşuldu sonra. Karşı köylerden birinde duran kızının yanında ölmüş. Kızı, onun mezarının yanında olmasını istemiş, oğlu kabul etmemiş ve köye getirip gelmiş (gelini ne demiş bilmiyorum). Arabistanlı kadının mezarının bilmediği ve o hiç ısınamadığı yerde kalması ne kötü. Kendi sularında yıkanamaması cenazesinin; Çırçır, Karakulak, Sırmakeş gibi. Bu suların bendeki hikâyesi bile ne acı!
Hala’nın penceredeki saatini sordum kızına. Düşündü, bilemedi. Belki bir yerlerde duruyordur, dedi ama ben evvelce oğluna da sormuştum. Hatırlamış ama bulamamıştı. İnsan o saate sahip olunca ne yapar? Bir cevabı var mı bunun? Belki yok. Ama sanırım çocuk zihnimin o ‘tik tak’larda yoksulluğun karanlık olup da sardığı kerpiç evin yalnızlığı, ovanın bir ölüm yolu gibi pencereden başka bir yeri işaret edişi vardı.
Bu ay Birikim dergisinde eşya ve insan münasebeti konu edilmiş, Aynur alacaktı. Almış mıdır? Gidince sormalı. Tanpınar’ın dediği gibi, eşya bizde maziyi kendilerine en bağlı olduğumuz taraflarıyla diriltiyor. Az eşya az insandı, eskilerin felsefesi. Şimdi nasıl da kanıksıyorum bunu.
Bu yüzden akşam dolaşmalarına çıkıp gece yarısına ertelemedim bugün yazmayı. Sobayı yakmanın, kovada tüllenen o ilk ateşin insanlığın ilk ateşi yaktığı günlere çağıran heyecanını yine duyduğumu söylemeliyim. Ve yine aynı şarkıyı dinliyorum Nilüfer’den: Çarem Benim. Diyor ya, “Sen sular gibi çarem benim.” Bunları yazarken sobada yanan odunların kırılıp geçme çıtırtıları geliyor. Yanıp yanıp da ‘tık’ diye bir sesle kırılıveriyor. Bitiyor orada her şey.
Belki hatıralar da öyledir, yanar yanar ve bir gün ‘tık’ diye kırılıverir. Ve serin sular akar o kırılmalardan. Günlerce akar Çırçır, Karakulak, Sırmakeş… Bir hatırlayışın kırılıvermesinden sıcacık bir kan gibi ne çok mazi akar. Çocuk gözleri karşısına dikilir bazen insanın ve gözbebeklerinin içine içine bakar.
Nasıl bir ailenin kızıydı o Hala. Nasıl hayalleri vardı. Kimlerle beraber kimlerin sofrasında büyüyüp günün birinde böylesi bir yalnızlığın içinde bulmuştu kendini. Üstelik bütün bir romatizma ağrılarının içinde. Kandilin iyice kararttığı ve yoksullaştırdığı odasında yaşlılığı nasıl örtünmüş ve o ovaya nasıl hatırlamalarla bakmıştı.
Belki de o gece, kandilin pencerenin pervazına konulduğu anda beni o kadar korkutan şey odayı ovadan daha karanlık buluvermemdi. Evet, ‘aydınlatılan’ o oda tuhaf bir şekilde ovadan daha karanlıktı.
Tabiatı bilenler bilir, ışığı yaktığınız anda bulunduğunuz yer her yerden daha karanlık olur. Yaşlı Hala’nın odası ovadan daha karanlıktı. Belki hayat ölümden daha karanlıktı. Belki de Hala da, Arabistanlı kadın da bizlere başka bir iklimi söylediler hep.. Geride bıraktıkları değil de gidecekleri bir zamanın aydınlığına bakıp onu söylediler.
İlginçtir! Tanpınar, Arabistanlı kadın hikâyesinde o kadının yüzünün bilmediği bir şeyle aydınlandığını anlatmıyor mu?
Belki de çocukken ürperdiğim ve hâlâ da çok canlı hatırladığım şey karşılaştığım o aydınlıktı. Geçmişe giden bir yol değil de ovanın alıp götürdüğü o aydınlık!..
Şarkıda dediği boşuna değil: Sen sular gibi çarem benim.
Köy son..
Köye gelirken bir kasım düşlemiştim belki bir de kasım yazısı. Pastırma yazı uzadıkça uzadı. Bu kadar uzun sürenine rastlamamıştım hiç. “Ayrılık bu kadar acıtır, yaralar, kanatır mıydı hiç” diyor şarkıda. “Geciken gözyaşı!” Geciken bir kasım belki de. Şarkı zor bir kışın ardınca söylenmiş. Benim dediğim o zor kışın geldiği bir kasım. Geciken bir kasım, geçip giden belki ama bir türlü yaşanamamış kasım.
Gecenin bu vaktinde boşalan bir köyün sokaklarında yürüdüm de geldim. Ardı sıra boşalmış evler. Kimi zaman bir cılız ışık, kimler yaşıyor acaba. Kalanının göçeninin kimler olabileceğini bile unuttuğum bir köy bu. Dökülmüş yapraklarıyla sokak lambalarının ışığında daha da çaresiz görünen ağaçlar. Ve yine tüten bacalar, kömür kokuları..
Bütün bunların hepsi bir kenara da, nereye aidim, diyorum ya kendime. Benim yerim neresi, diyorum ya, işte bu acı. İşte bu fena.
Eski bir şarkı vardı: Historia de Un Amor. Çok eski bir şarkı zihnimde, gelir böyle zaman zaman. Üniversiteyi bitirdiğim yılı hatırlarım hep. Arkadaşlarla vedalaşıyoruz. Sırılsıklam yıllar ve dostluklar bitmiş. Geri dönmeyeceğimi düşündüğüm yerlere gideceğimi düşünüyorum.
İnsanların yabancı olup gitmesini anlayamadım ben hiç bir zaman. Çocukken de düğünleri hiç sevmezdim. Evin kızı, evin ablası nasıl başkası, nasıl el olup gidebilirdi? Öncelikleri nasıl ve ne için değişirdi, hiç anlamazdım. Gelinleri sevmezdim o yüzden, gelinlikleri de. Alıp götüren bir şeyler vardı o beyazlığın içinde. Belki kiraz ağaçlarının sisi de onun gibiydi, doktorların elbiseleri de.
Üniversitenin o çılgın, o mesut çocukları kısa zaman içinde nasıl da el olup gideceklerdi? O sevdalar ne uğruna bitecekti?
Yıllar sonra bir akşamüstü Burgaz’da idim rıhtımda ayakta denizi seyrediyordum. Karşıda bir yelkenliden o şarkı çalıyordu: Historia de Un Amor. Derin bir akşamdı, sonsuz bir akşamdı. Ve sonrasında o şarkı üniversite bitimini değil de Bugaz’daki o akşamın imgesini sallayıp durdu zihnimde. Lacivert sulara sahilin ilk ışıkları dökülüyordu. Ve yalnızlık baştan başa bir yalnızlıktı..
Bu gece köyün ıssız sokaklarında o şarkıyı duydum içimde. Üniversite’nin yüzleri ve Burgaz’ın o sakin akşamüstü kanayıp durdu. Sordum yeniden: Ben nereye aidim, içimde nasıl bir yüz taşıyorum ben? Nasıl da yaralı bir yüz bu.
Son akşam. Kasım niyetiyle gelmiştim köye. Kömür kokuları, kestane kokuları. Sisin içinde üşüyüp yürüyen insanları görecektim. Olmadı hiç biri. O halden öyle uzağım ki!.. Birazdan soba geçecek ama içimdeki boşluk hiç geçmeyecek..
Geri bildirim: Çiğdemde Dervişlik Var – Geceze
“Belki hatıralar da öyledir, yanar yanar ve bir gün ‘tık’ diye kırılıverir. Ve serin sular akar o kırılmalardan. Günlerce akar Çırçır, Karakulak, Sırmakeş… Bir hatırlayışın kırılıvermesinden sıcacık bir kan gibi ne çok mazi akar. Çocuk gözleri karşısına dikilir bazen insanın ve gözbebeklerinin içine içine bakar.” elinize Gönlünüze sağlık.