İkinci El Zaman: Aynıyla İnsan
“Yüzyıl geçti ve gelecek yine yerinde değil. İkinci el bir zaman geldi. Kullanılmış ve artık geride kalmış bir zaman.” S. Aleksiyeviç
Bir okur olarak, bazı eleştirilerim ve itirazlarım olsa da, Nobel edebiyat ödülünü önemsiyorum. Çünkü bu çapta bir ödül, kendisine verildiği yazar ve eserde göz ardı edilemeyecek hususiyetler olduğunu en baştan gösterir. Lakin 2015’te ödülün bir Rus gazeteciye verildiğini öğrendiğimde saçma bir önyargı kuşatmıştı beni. Bu büyük ödülün bir gazeteciye verilmesi anlaşılır bir şey değildi. Bu sebeple okuma girişimim olmadığı gibi, merak da etmedim. Fakat itiraf etmeliyim ki çok kötü yanılmışım.
Evet, her okur, Rus edebiyatının, klasiklerin kilometre taşlarıyla dolu olduğunu bilir. Gogol’un “Palto”sundan çıkan Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin, Turgenyev, Gorki, Çehov gibi devasa yazarlar, Rusya’nın gelmiş geçmiş en parlak en göz kamaştırıcı hazineleridir. Açıkçası, bu edebiyatın, son görkemli meyvesi olarak gördüğüm Aytmatov’la birlikte artık kendini tamamladığını düşünüyordum; meğer öyle değilmiş. Tereddüte düşenler ve benim gibi önyargıya kapılanlar için, acele karar vermeyin derim.
Bir kez bitirdiğim halde, tıpkı seçkin şiir kitapları gibi yeniden okuma listeme aldığım “İkinci El Zaman” bende şok etkisi yapmış durumda. Aleksiyeviç’in tam zamanında, tam da olması gerektiği gibi fakat daha önce uygulanmadığı bir biçimde ve üslupta ortaya koyduğu bu eser, evet, bir roman değil, hikâye değil, röportaj da, anı da… ama hepsidir. Edebidir; lakin böyle bir edebi tür yok. Zaten, Nobel jürisi de “yeni bir edebi tür” olarak tanımlıyor. Artık bu türün ismi ne olur, başka bir örneği ortaya çıkar mı bilinmez. Bilinen bir şey var ki, bu dil, bu üslup son derece çarpıcı hatta büyüleyicidir. Yazar ise, gazeteci olmanın yanında bir ozan, bir filozof, bir tarihçi ve bir dil virtüözüdür. Açıkça söylemek gerekirse, otuz yıla dayanmış okuma serüvenimin en güzel üç kitabını sorsalar, bu kitabı, tereddütsüz ilk üçte sıralayabilirim.
Eserin doğuşunda insanın merkeze alındığı görülüyor. Aleksiyeviç, yaşanan hayattan kendisine kalan kırılma ve kopuşları bütün samimiyetiyle ortaya koyduğu Nobel konuşmasında, insan merkezli yaklaşımını şöyle açıklıyor: “Tarih sadece olgularla ilgilenir, duygular güverteye alınmaz. Onlar tarihe de alınmaz. Ben zaten dünyaya insancıl bakıyorum, tarihçi olarak değil. İnsan şaşırtıyor beni…” Bir sözlü tarih çalışması olarak yola çıktığı bu eserinde dil ve üslubu da enine boyuna düşündüğü açıkça görülüyor: “Bir dil arıyorum. İnsanın bir sürü dili var. Çocuklarıyla konuştuğu dil bir tane, bir de aşkta konuştuğu dil var… Ayrıca kendi kendimizle konuştuğumuz, iç konuşmamız, yaşadığımız dil var. Sokakta, işte, yolculukta, her yerde farklı bir şey çınlar, sadece dil değil, başka bir şey. Hatta sabah ve akşam insan farklı konuşur. Geceleyin iki insan arasında geçenler, tarihten kesinlikle kaybolur. Sadece ‘gündüz insanı’nın tarihiyle bizim işimiz.”
İyi şair ve yazarları kendi dillerinden okumayı ne çok isterdim. Böylesi mümkün olsa, bir eserden aldığımız haz, öyle sanıyorum birkaç kat artardı. Bu kitap bir tercüme olmasına rağmen, orijinalinden okuyormuşum gibi tat aldığımı ve baştan sona bir ‘sehl-i mümteni’ ile karşı karşıya kaldığımı belirtmeliyim. Aslından okusam, kim bilir nasıl zevkli olurdu. Kurgu bir eser değil bu; bütünüyle gerçek. Edebiyatın hassas terazisinde altın suyuna batırılmış bir tarih, bir sosyoloji ve hatta bir psikoloji kitabı aynı zamanda. Acıyı ve acının hallerini, korkuyu, idealizmi, inanmışlığı, kahramanlığı, fedakârlığı, şiddeti ve öfkeyi; zor zamanda bile insanın açgözlülüğünü; pişmanlığı, düşmüşlüğü, idealler karşısında dünyanın cazibesini, aldatma ve aldatılmayı; azmi, paylaşımı ve dahası bütün çıplaklığıyla, eğrisiyle doğrusuyla, kederiyle neşesiyle, ümidiyle korkusuyla insanı anlatan modern bir öykü galerisi bu kitap.
Evet, isminden başlayarak, bölüm başlıklarına kadar son derece şaşırtıcı. Ara başlıklardan birkaçı şöyle mesela: “Cellatlar ve Kurbanlar Arasında Büyümemize Dair”, “Mutluluğa Çok Benzeyen Yalnızlığa Dair”, “Tanrının Kapımıza Bıraktığı Başkasının Acısına Dair”, “Hatıraların Sadakası ve Anlamanın Şehvetine Dair”… Kitapta, kurgu eserlere sığmayacak derecede çok ve yepyeni deyim, terim ve epigraf göze çarpıyor. Kimi, yazarın kendisine kimi de hayatın seçkin ya da sıradan kahramanlarına ait kitap çaplı vecizeler bunlar. Örnek mi? “Tarih boyunca var olmuş ama yaşamamıştık.”, “Fikirler narkozdan ağır ağır çıkıyordu…”
Sovyet toplumunu, bütün farklılıklarıyla ve tamamen objektif bir biçimde ve içerden birinin bakış açısıyla okumak kesinlikle bir şanstır. Ezilmişlerin haklarını ileri sürerek bütün dünyaya hızla yayılan sosyalizm, bir asrı bile bulmadan, merkezinden yıkılmış ve yerini acımasız düşmanı kapitalizme bırakmakta gecikmemiştir. İdealler çağı yıkılmış ve “Kızıl İnsan” keskin bir dönemeçte öylece kalakalmıştır. Değişim bir sel gibi aniden kapıya dayanmıştır. Yazarın ifadesiyle, “Birdenbire bütün etraf farklı bir hal aldı: Perdeler, eşyalar, paralar, bayraklar… ve insanın kendisi daha renkli, bağımsız oldu. Tekdüzelik kırıldı. Ve hayat parçalara, atomlara, hücrelere ayrıldı.”
Bir ulus ya da insan, değiştirmeye çalıştığı düzene koşarak teslim olduğundan, kazanma ve tüketim hevesi daha büyük bir açlıkla kendine yer bulmuş, “değer” ise tam bir eksen kayması yaşamıştır. Yazarın ifadesiyle: “Kimse artık fikirden bahsetmiyordu, kredilerden, faizlerden, senetlerden bahsediyor, para kazanılmıyor, “yapılıyor”, “vuruluyordu.” Bir ‘Biznes’ çılgınlığı almış yürümüştü. Artık hakikat şuydu: “Paran varsa insansın, yoksa kimse değilsin. Hegel’in tamamını okumandan kime ne?”
Öyle ya, hayat renklenmiş, tüketim çeşitlenmiş, özgürlük gelmiştir; fakat bu durum bir tezatı da beraberinde getirmiştir. 1991 sonrası kuşak ile önceki kuşak arasında tam bir uçurum yaşanıyordur. “Kimle karşılaşsam, “Nedir bu özgürlük?” diye sordum. Babalar ve oğullar farklı farklı yanıt verdi. SSCB’de doğanlarla SCCB’de doğmayanların ortak bir deneyimi yok. Farklı gezegenlerin insanı onlar.” Sorduğu sorulara aldığı cevaplar da farklıdır yazarın. Babalar, özgürlüğü, korkunun olmaması şeklinde tanımlarken, çocuklar, aşk ve çok para olarak açıklarlar. Yine de, ortak bir noktada buluşur tanımlar, yazarın ifadesiyle, “Ekselansları tüketimin özgürlüğü”nde.
Oysa yüz yıl önce büyük ümit ve vaatlerle, kanla elde edilen devrim, dünyanın her yerinde pek çok taraftar bulmuş, ezilmişlere, yenilmişlere ümit olmuştur. Olmuştur lakin teşhis ettiği hastalığa uyguladığı tedavi, beraberinde hep bir çatışma, bir kaos ve gözyaşı getirmiştir. Böyle olunca, neredeyse aralıksız bir şekilde kan dökmüş ve nihayet kanla yıkılıp gitmiştir. Halk, eşitlikçi felsefeyle uyutulurken, parti bürokratları şirketler kurarak, Miami’de, Kıbrıs’ta ve başka başka yerlerde villalar kondurmuş, servetler biriktirmiş, kapitalizmin zirvelerine kurulmuştur. İnanmış ve denetim altına alınmış zavallı toplum ise savaşlarda, kolhozlarda ve hayatın dokunduğu her alanda canını dişine takarak ayakta kalmaya çabalamış, küçücük dünyalarında çileyi de, fikrin romantizmini de aslında onlar yaşamıştır.
Kitap boyunca, konuşmalardan, inanmışlık, pişmanlık, keder, hayal kırklığı, özlem ve yenilmişlik net olarak okunabilir. Sanki konuşan herkes bir bilge, bir entelektüeldir. Bunun, geleneksel okuma birikimiyle ve yazarın üslup seçimiyle ilgili olduğu söylenebilir. Satır aralarında göze çarpan bir gerçek de şudur ki, özellikle şehirli kesim müthiş bir okurdur. “Kitap okurduk, çok okurduk. Konuşurduk. Fikirler ürettiğimizi sanırdık. Devrimi hayal ederdik, ama korkardık göremeyeceğiz diye. Genel olarak kapalı bir hayat sürerdik, dünyada ne olup bittiğini kimse bilmezdi. “Oda bitkileri”ydik.”
Tutkuyla okuyor, mutfaklarda da olsa fikir üretiyor, edebiyat konuşuyor ve ciddi bir entelektüel zemin oluşturuyorlardır. Açıkça söylemek gerekirse, ben, o mutfak okurlarını sevdim. Ve hatta bir okur olarak, onlarda kendimi buldum. Evet, okumanın kendini özel hissettiren bir tarafı olsa da, ve bu, bir tür “anlam hissi” oluştursa da tek başına bir şeyleri değiştirmeye yetmiyor. Gönüllü ve tutkulu bir okur olmak, geçim noktasında ve idealleri gerçekleştirme noktasında, kabul ediyorum, neredeyse hiçbir işe yaramıyor. Evet, bu yönüyle ben de bir Oblomov’um.
Çepeçevre kıstırıldığımız ve hayatın dışına zorla atıldığımız şu süreçte, ülkemizde de Sovyet toplumuna benzer bir ruh halinin meydana getirildiği açıkça görülüyor. Baskıcı ve antidemokratik yönetimlerin karakteristik dışa vurumu olan şiddet, yasak ve sindirme, toplumda bir güvensizlik ve çaresizlik meydana getirdi ve getiriyor. Cılız bir azınlık dışında herkes susuyor; muhalefet bile… Böyle olunca, kapalı devre muhalif olmakla yetiniyor toplum. Şu satırlar hayli tanıdık geldi mesela: “…Bizi dinliyorlar, kesinlikle dinliyorlar diye korkmak. Konuşmanın ortasında kesinlikle birisi gülerek avizeye ya da prize bakar: “Duyuyor musunuz, binbaşı yoldaş?” bir tür risk… bir tür oyun… hatta bu yalan yaşamdan bir tür hoşnutluk duyardık. Çok çok az sayıda insan açık açık kafa tutardı. Çoğunluksa “mutfak muhalifi” elleri ceplerinde hareket çeken…” O dönemde mutfak, günümüzde sosyal medya; ama başka çıkar yol yok. Kuşatma sürüyor.
Son söz: “-Sovyet dönemi… Sözün kutsal, büyülü bir statüsü vardı. İşsizlikten, entelektüel mutfaklarda biz hâlâ Pasternak’ı konuşuyor, çorba pişiriyorduk, elimizden Astafyev ile Bıkov düşmüyordu, ama yaşam sürekli bunların artık önemli olmadığını gösteriyordu. Söz hiçbir anlam taşımıyordu.”
Yazarın kitapları çok etkileyici ama fazlaca acı içeriyor. Arka arkaya okunması mide rahatsızlıklarına neden olabilir. Araya başka kitaplar serpiştirilerek okunmalı.
Kesinlikle. Acıyı bal eyleyen üslubu olmasaydı duyarlı her okuru hasta ve mutsuz edebilirdi. Burada dikkatimi en çok çeken husus, acıların, inanmışlığın, ayrımcılığın ilh. dile getiriliş biçimi oldu. Benzer dertlerin içinden geçiyoruz. Bizim hikayelerimiz bakalım nasıl yansıyacak edebiyatımıza