Mervâ Babacan

Pencere Ardındaki Silüet

Okuma süresi: 3 dakika

Aralık duran pencerenin ardındaki tülden silüeti açıkça görülüyordu. Öfkeli, kızgın bir yüz, dimdik duran bir beden ve birbirine kenetlenmiş kollar bir süre öylece kaldı. Yüksek binanın önündeki kalabalık caddeye, en az oturduğu bina kadar katlı diğer evlere, oradan oraya gezinen insanlara baktı. Kıpırdamadı. Konuşmak istemediği her halinden belliydi. Kollarını birbirine dolaması da, pencerenin önünde boş gözlerle bakması da bundandı aslında. Düşündüğü şeyler başka olsa da bedeni onu ele veriyordu. Çatık kaşları, arasıra ısırdığı dudakları ve büyüyüp küçülen burun delikleri öfkenin en belirgin kırıntılarıydı. Sakin olmak istese de başarılı olduğu söylenemezdi. En iyisi bir süre böyle kalıp kendinden başka insanların neler yaptığını, nasıl yaşadıklarını izlemekti. 

Tülün ardından görünen sisli görüntü ona pek bir karmaşık geldi. Kafasını dağıtmak için yanaştığı pencere kenarı bu görevi yerine getireceğe benzemiyordu. Bir araba mesela, çok da geniş olmayan cadde kenarına park edilmeye çalışılıyordu. Uzun uğraşlara, bir ileri bir geri gidip gelmelere rağmen bir türlü yerine yerleşemedi. Arabanın bu park edilme sorunu içine koca bir sıkıntı olarak geldi oturdu. Aşağıda olsa önce kendi şeridinde öndeki araba kadar gitmesini, sonra sağ yapıp arka arkaya boş yere doğru ilerlemesini öğütlerdi. Fakat aşağıda değildi. Aşağıda olan da bu işi yapamıyordu. Acemi herhalde diye düşündü. Kızgınlığı geçmedi. Şoföre neden kızdığına da bir anlam veremedi. Hem ona neydi…

Derin bir nefes alışla gözlerinin menzilini değiştirdi. Bu kez bir anne-kız takıldı gözlerine. Küçük kız annesinin elinden kurtulmaya çalışıyor, anne direniyordu. Küçüğün boşta kalan diğer eliyle yanından geçmekte oldukları oyuncakçıyı göstermesi ve annenin kayıtsızlıkla yoluna devam etmeye çalışması her şeyi anlatıyordu aslında. Çocuğun tiz sesi açık pencereden kulaklarına yol buluyor, hem pervasızca bağırışları hem de annenin kayıtsızlığı onu öfkelendiriyordu. Yavaşça gözden kaybolmaları ve kulaklarından giden bu rahatsız edici ses onu yatıştırmaya yetmedi. Nasıl olsa sinirlenecek bir şey bulurdu. 

Sanki her şey -ve tabiki herkes- onu sinirlendirmek için işbirliği yapıyordu. Öfke, duygularının en üstünüydü. Bazen neye sinirlendiğini, nasıl sinirlendiğini bile bilmezdi. Önemli olan içindeki öfkenin içinde kalmaması, dışa yansımasıydı. Bunda başarılı olduğu söylenebilirdi. İçinde biriken devasa öfke bir yolunu bulup dışarı atıyordu kendini. Atıyordu fakat bir türlü dinmiyordu. Öfkesini kustuğu her an yeni bir öfke yumağı gelip içine yerleşiyordu. Az evvelki öfke patlamasının ardından, dış dünyadaki görüntülerin onu tekrar öfkelendirmesi de bundan olmalıydı. 

Bir hışımla ve binbir yorgunlukla girdiği eve selam verme gereği duymamıştı. Hâlbuki annesi içeriden hoş geldin diye bağırmış, cevaplaması gereken tek bir kelimeyi getirip kucağına koymuştu. O tek kelimeyi kucağından atıp salona şöyle bir göz gezdirmiş ve uzun koridordan odasına doğru yürümeye başlamıştı. Giderken gördüğü koridorun parlayan fayansları bu günün temizlik günü olduğunu bağırarak ilan ediyor, böylelikle kafasında yanan ışık öfkesine dokunmak için hızla ilerliyordu. Odasının kapısını açmasıyla ışığın öfkesine toslaması bir oldu. Odası buram buram çamaşır suyu kokuyor ve perdeleri açılan pencerelerden kuvvetli bir ışık odayı dolduruyordu. Defalarca bu kokuyu sevmediğini söylemesine rağmen annesi onsuz temizlik olmayacağını iddia ediyor ve kendi bildiğini okuyordu. Doğruca pencereye seğirtti ve camları sonuna kadar açıp odayı havalandırdı. İçeriye dolan “kısmen” temiz hava onun öfkesine bir etki etmedi. Öfkeden delirmiş halde üstünü değiştirip mutfağa gitti. Acıkmıştı. Annesiyle konuşmak gelmese de içinden, dişlerinin arasından ne yemek olduğunu sordu. Annesi ona sitemkâr bir bakış fırlattı. Hep önce halini hatırını sormasını beklerdi fakat yine sormamıştı. Takmamış gibi görünerek işine devam etti annesi. “Yayla  çorbası var.” dedi umursamaz bir sesle.  Kız elindeki tabağı sert bir şekilde tezgâha bıraktı. Annesi yine onu sinirlendirmeyi başarmıştı. “Şu çorbayı sevmediğimi kaç defa söylemem gerekiyor.” diye homurdandı. Annesi onu duydu, “İstersen ekmek arası bir şeyler yapabilirsin.” dedi yarım ağız. Bu kez annesini duymamış gibi yaptı. Bu kadın hep onun aleyhine işler yapıyordu. Ne vardı sanki sevdiği yemekleri yapsa. 

Öfkesi iştahını kapattı. Zaten yemek yemek çok da önemli bir iş sayılmazdı. Ayaklarını yere vura vura salona gitti. Pencereye doğru ilerledi. Aralık duran pencerenin ardındaki tülden silüeti açıkça görülüyordu…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.