Marcus Aurelius Antonius Augustus
Saygıdeğer İmparatorum,
Biliyorum benden iki bin yıl önce yaşadınız. Siz, koca imparatorluğunuzun saadet asırlarını yaşarken, bir yandan da saltanat kaygılarıyla kıvranırken; ben de yalnızlıklar çağında kendi küçük imparatorluğumun sınırlarını zorlarken, hiç de mutlu olmadığım zamanların birinde sizinle karşılaştım. Bir imparatordan beklenmeyecek derecede bilgece sözler vardı kitabınızda. Kısa cümleler. Hayat dersleri…
Sayın imparatorum! Sözlerinizi okuduğumda epey şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Basit bir teb’a olsam da cümlelerin kolay kurulmadığının farkındayım. Her kelimenin bir bedel istediğini uzun zamandır hissediyorum. Öyle şeyler söylemişsiniz ki sanki bu çağı anlatıyor, bu çağın insanlarından bahsediyorsunuz. Dünya dediğimiz oyalanma yerinde değişen pek bir şey yok anlaşılan. Aradan geçen iki bin yıla rağmen. Ne kadar da idealistmişim, onun daha iyiye doğru gideceğine dair saf bir ümitle koşturdum yıllarca yollarda. Şimdi, tam da kelimelerin kabuklarını sıyırmaya başladığım şu yıllarda kader seni karşıma çıkardı. Her şey olması gerektiği gibi ve olması gerektiği zamanda oluyordur; kâinatın sana garezi yoktur, senin bunları yaşaman gerekiyor diyordun. Ben de dönüp hayatıma baktım. Kelimelerime. Yüzyıllar geçiyor, zaman değişti sanılıyor ama insan kalbinin halleri değişmiyordu, bir kez daha inandım. Yoksa binlerce yıl önce yazdığın şeyler bana nasıl şifa sunardı, yaralarımı önce kanatır sonra merhem sürerdi?
Marcus, pardon! Saygıdeğer imparatorum, demeliydim, affınıza sığınıyorum. Bu çağın çocuğuyum ve çağımın hastalıkları az buçuk bende de var. İmparatorların ve imparatorlukların yaraları da başlı başına ayrı bir mesele! Zorunluluk sandıklarımız.
İmparatorum, sizin kadar düşünce dolu bir kafam yok, kabul ediyorum. Olayları, zorlukları sizin gibi olgunlukla karşılayamıyorum. Misal veriyorsunuz; sorumsuz biriyle karşılaştın, canını yaktı sorumsuzluğu. Dur ve düşün. Bu kişi dünyadaki tek sorumsuz mu! O zaman, niye canını sıkıyorsun. Asıl önemli olan, bu durum karşısında senin aldığın tavır. Nasıl duruyorsun, bir bak kendine. Uzaktan. Baktım. Bakmaz olaydım, Marcus Abi… Az önce kitabının sayfalarını rastgele açtım: “Evrendeki her şeyin birbirine zincirlendiğini ve aralarındaki karşılıklı ilişkiyi düşün sık sık. Çünkü bunların tümü de belli bir anlamda, birbiriyle bağlantılı, dayanışma içindedir; devinimlerinin gerilimi, maddenin uyumu ve birliği sayesinde birbiri ardı sıra gelirler.”
Büyük resmin bir parçası olduğumu unutuyorum çoğu zaman. Melankolik insanların duygularının peşinden gittiğini de. Üstelik bunun insanda sarı safranın egemen olmasıyla ilgili bilgi kırıntısı da Eski Anadolu Türkçesi metinlerinden çıkıp gözümün önüne geliyor. Hem bunun bir hastalık olarak kabul edildiğini dehşete düşerek hatırladım. Hayat çok net ve basit aslında. Tabiatın kurallarını bileceksin ve hayatını ona göre düzenleyeceksin. Ah’la vah’la hayatını girdaba çevirmenin manasızlığını anlamak için kırk yıl geçmesine gerek yok. Sen bana şöyle seslenmiştin: “Hiç kimse senin kendi doğanın ilkelerine göre yaşamanı engelleyemez; evrensel doğanın yasasına ters düşen hiçbir şey başına gelmez.” Yaşadıkların veya yaşayamadıkların için üzülme. En uygunu, en güzeli, en yakışanı buydu sana.
Ben, yaşamak derken kendin olmayı ve şefkati kast ediyordum. Sense: “Bu dünyada gerçekten değerli olan bir tek şey vardır: Her zaman gerçeğe ve adalete uygun olarak yaşamak, yalancı ve adil olmayanlara karşı bile anlayışlı olmak.” diyordun. İnce farklarla da olsa aynı kapıya çıkıyorduk. Sen Stoacı bir filozof olarak bense…
Yukarıda kastettiğim yaşamanın çokça ağırlaştığı ve dünyanın zalimliğini daha artırdığı bu günlerde bana seslendin. Adın silikti hafızamda. Felsefe Tarihinin Sorunları arasında boğuşuyordun. Stoacıların başında Kıbrıslı Zenon vardı, beşinci altıncı sıralardaydı adın. “Yıldızların Örtüsü Yoktur”u okuyunca öğrendim hayata bakışını. Üstelik bazı önemli noktalarda nasıl da kesişiyordu hayat anlayışımız. Senin beş iyi Roma imparatorundan biri olmanın ve benim bu modern(!) çağın insanı olmamın önemi yok. İnsan olmanın acı-yan-ları farklı bir âlemde ruhları buluşturuyor ve şimdiye yakın duran ruha teselli oluyormuş. Öğrendim. Zaten edebiyat/resim/müzik/felsefe adı her ne olursa olsun bu eylemler teselli ve ifade arayışının merkezinde sağlam köklerle dururlar..
“Şimdi, tam da kelimelerin kabuklarını sıyırmaya başladığım şu yıllarda kader seni karşıma çıkardı. Her şey olması gerektiği gibi ve olması gerektiği zamanda oluyordur; kâinatın sana garezi yoktur, senin bunları yaşaman gerekiyor diyordun.” kelimelerin kabukları… Evet, onlar sıyrılınca öze ulaşılıyor. Sanırım, hayatta karşılaştığımız sıkıntı ve dertlerin de kabukları var, onları kırınca asıl mana ortaya çılıyor. Ama kabukları kırma süreci nasıl da zor. Kâinatın bize garezi olmasa da, bunları yaşamamız gerekse de…