Rüyaların Yalan Çarşıları
Gönül!
Bir evvel zaman artığıydın en fazla; uzak zamanlar yitiği. Bütün bağlandıkların çekip gitti. Yalnız, yapayalnız kaldın geriye. Bir evvel zaman eşyası gibi geçiyorsun şimdi bu yabanıl sokaklardan. Metruk, paramparça bir eşya! Ne yenileri kadar sağlam ne yenileri kadar göz alıcı ne de yenileri kadar güler yüzlü ve sahici. Geçip gidiyorsun sokakları hep aynı kederle. Tepende yağmursuz bir bulut, içinde eski bir şarkı; daima müteşekki, lâim.
Gönül, ey gönül! Biliyorsun ki kente yağmur yağmayacak. Yağsa da ümitler kuru bir dal gibi bir daha ıslanmayacak.
Yürümek değil seninki… Yarasalar gibi kaçmak sokak aralarından. Terk edilmiş bir eşya gibi uzak zamanlardan. İnsanlar koptu senden, sevdiklerin, inandıkların başka hayatların peşine düştü. Yırtık döküksün, pare pare, gözlerin şaşkın. Her köşe başında birileri çıkıyor karşına, bir tiksinti gibi itiyorlar seni. “Yine mi o, unutmuştuk oysa!” Bohçandan mazi dökülüyor geriye. Yüzleri titreten kirli bir mazi!
İnsanlar kaçtı hikâyelerinden. Çünkü sen masal diye bir evvel zamanın kömür karası rengini sürdün pak yüzlere… Medeniyetle dolmuş, inançla yoğrulmuş, ilimle aydınlanmış yüzlere… Yapacakları ne çok şey vardı. Sen ki gönül, unutulmuş insanlardan dem vurup durdun, unutmaktan memnun yüreklere. Peşin sıra unutulması elzem çağlardan, diyarlardan, hayatlardan taşıdın. Oysa yenilmiştin. Oysa kervanın göçmüştü. Yaralı kırlangıçlar gibi terk edilmiş şehirlerde kalandın ‘melûl ve tenha’. Hatırlanacak olan sen değildin elbet, bir selam gönderecek… Bir şeyler hiç değilse, biraz iyiydi, denecek…
O kadar insandan geriye kaldın ki gönül, bilemezsin… O kadar sözden, o kadar bakıştan… Şimdi bir utançsın en fazla. Utancın yalnıza geriye kalmandan, o devirlerden, diyarlardan değil. Utancın o yüzleri bir türlü bırakamamandan. “Bu kadardı, artık yetse!” diyememenden. Diyemedin ve bulaşıcı bir hastalık gibi hatırlandıkça alçaldın.
Gönül, ey gönül! Biliyorsun ki kentte o şarkılar bir daha söylenmeyecek. Söylense de o rüzgarlar o dallarda bir daha gezinmeyecek.
Zannın hep yalandı, gönül. Hep hayaldi, kurduğun o saadet sarayları. Senin masalın bir dumandı, bir tütsü ve de gülücüksü. Yeni bir dünyayı, tül rengi umutlarla dolduracağın yalandı. Yalandı bir çağlayan gibi döküldüğün asude zamanlar. Yalandı, zihninde yüzyılları gezdirerek yürüdüğün kaldırımlar. Yalandı, şehirlere ikindi yağmurları gibi apansız dökülen kayıp devirlerin o insanları. Hikâyeleri yalan, gülüşleri yalan, hüzünleri yalandı. Şarkıları, elbiseleri, şehirleri, köyleri yalandı. Şairler yalandı. Yalandı içinden Leyla geçen rüya çarşıları. O rüyalar, o vaatler yalandı.
Yalandı serhat boylarında alaca şafağa söylenmiş zafer türküleri. Yalandı menekşe hüzünleri, lale yangınları, gül sevdaları. Yalandı Kaf dağları, dut dalları, o yaz yangınları… En fazla Binbir Gece’lerin Şehrazat masallarıydı da, o masalın içinde Bursa yalandı; Semerkant, Buhara, İsfahan yalandı. Boy boy serviler, ulu çınarlar, taş mabetler, ahşap yalılar, mermer sebiller içinde o İstanbul yalandı.
Bilemedin ki bağlandıkların yalandı. Yalandı bir çağ yangını bekleyip durman. “Olur ya!” deyip bıraktığın şarkılar bambaşka ırmaklara döküldü.
Gönül, ey gönül, vay gönül! Kente bir daha yağmur yağmayacak. Yağsa da zift tutmuş taşlar gibi olan sen arınmayacaksın.
Kente yağmur yağmıyorsa eğer yağmursuzluğun sebebi seni bildiler. Aynalara yansıyan gece, denizin üstünde kaskatı güneş ve uğultusu bütün muştuların… Çocuklar kaçıyor senden. Bir ucubesin, kayıp bir zamanın artığı. İri gözlerinde mazinin karanlığı ve sırtında uğursuzluklar sokak sokak saçıp durduğun.
“Bu değil miydi,” diyorlar, Notrdam’ın o menhus Kamburu? Gülüyorlar, tiksiniyorlar ve kim bilir acıyorlar. İşte! O geçiyor sokaklardan, tam da şairin dediği gibi, o mülevves nazar!
Herkes haklı gönül. Şimdi herkes haklı. Yanlış kimse kalmamış suç ülkesinde. Sığınılacak liman olmuş lodossuz gün pehlivanları. Hoyratlıklar en temiz elbiseleriyle meydanda. Masalar, büstler, resimler ve ünvanlar… Bütün hoyratlıklar şenlik olmuş akıyor. Borazanlar karnaval havasında. Dürüst insanlar geçiyor yollardan, düpdürüst!..
Gönül, ey gönül, vay gönül, ey vay gönül!
Ölmek. Hem de bir karnaval ortasında kaderde. Karanlığının boğması herkesi. Ne kaçman mümkün ne kaybolman. Gören çocuklar korkacak senden. İnsanlar lânet okuyacak. Gözlerindeki sıcaklık bir parça kan bir parça gökyüzü.
Oysa sen gönül! Bir zamanlar bir şarkıydın hani; ölümsüz aşkların ölümsüz öyküsü. Boşluğu dolduran bir tül alevi. Gün solarken uzaklarda ayakların soğuyor ilkin. Son perdeler örtülürken geceye, sen ölümcül bir düş içindesin. Bir sarmaşık boy veriyor yanı başında yemyeşil, bir erguvan kızıla boyanıyor sırılsıklam. Akasyalar, hanımeliler kokuyor erken erken baharlar içinde. Çiğil çiğil bir yağmur başlıyor sonra. Yağmurun ortasından bir yol açılıyor. Bulutların içinden kervanlar geçiyor, her damlaya tutunmuş evvel zaman insanları. Biri gülüyor sana yağmur yüzlü. Eğiliyor:
Caaan. niçin bu yerdesin, arar idik seni nerdesin?
Bir yerlerde son bahçelere yağmurlar yağıyor. İri iri, dipdiri yağmurlar. Kaldırım kenarında bir erguvan son kez kızıla çalıyor ve gün uzaklarda kayboluyor.
İnsanlar var etrafında. Asık yüzlü ve başarılı insanlar. Biri ayaklarıyla çenene dürtüyor:
Ölmüş bu! Söyleyin kaldırsınlar! Daha sürecek karnaval…


Ahmet Paşa’nın murabbasını dinleyince Baykara Meclisinde rakseden şairlerden Mutlu Prens’in kırılan ve çöpe atılan yüreğine kadar çok farklı yerlere götürdü beni bu yazı. Âferîn ey gönül ehli.