Sözün Büyülü Bahçesi: Dalgalar
Bazı kitaplar, okumanın da ötesinde özel bir dikkat ve çaba ister. İster ki, okurun zihni ve kalbi sadece ve sadece kendisiyle meşgul olsun; sorgulasın, kıyaslar yapsın, parçaları birleştirsin, görünenden görünmeyene ulaşsın. Sürükleyici bir olay, insanı meraka düşüren herhangi bir unsur barındırmasalar da böyledir bu. Peki ama, bir okur, olayın ya da maceranın peşinde akıp gitmek varken, bir damla dil ve üslup balı hatrına, ne diye kıyaslarla, tahlillerle, tespitlerle yorsun ki kendini. Daha da ötesi, okuduğu bir kitaba niçin yeniden dönsün? Ama nihayetinde, okur olmak, bundan başka bir şey değildir ki.
Okumak noktasında, Mithat Cemal Kuntay’ın, Âkif için söylediği unutulmaz sözü hatırlıyorum. Diyor ki: “Âkif, az kitabı çok okurdu.” Yani iyi kitapları, derinlemesine ve tekrar tekrar okurdu demektir bu. Bachelard’ın dediği gibi: “Ne olursa olsun, sevdiği bir eseri yeniden okuyan bir okur, sevdiği sayfaların kendini ilgilendirdiğini bilir.” Çünkü keyifli bir okuma, kalbî, rûhî ve zihnî hazzı aynı anda ve iç içe verebilir. Bununla birlikte, söz sözle bilenir; fikir fikirle. İçlerimizdeki yazma tutkusu da, ancak okumakla dindirilebilir. Üstelik bir ses, bir soluk olarak, başka ses ve soluklara ancak böyle karışılabilir.
Sıkı bir okur olduğu kadar, sıkı bir yazar olmayı da başaran nice kalem vardır ki, ömürleri, hep daha iyiyi yakalama adına didinip durmakla ve harap olurcasına çalışmakla geçmiştir. Evet, her başarının mutlaka bir bedeli vardır; çalışmak ve irâdî yalnızlık gibi. Onlar da bu bedeli çoğu zaman keyifle ödemişlerdir. Bir de, özellikle çoğu büyük yazarın başarıları altında çeşitli acılar ve mahrumiyetler saklıdır. Her ne kadar Hemingway: “İyi bir yazar olmak için mutsuz bir çocukluk yaşamak gerekir.” dese de, sanatçı bir ruha sahip olma şartı hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.
Tam da yukarıda belirtilen hususiyetlere sahip sıkı bir okuryazar olarak, ardında “Dalgalar” başta olmak üzere, “Deniz Feneri” ve “Mrs. Dalloway” gibi, edebiyatın seçkin romanlarıyla “Pazartesi ya da Salı” gibi nefis bir hikâye kitabı bırakan Virginia Woolf, üzerinde önemle durulmayı hak ediyor. O günün İngiltere’sinde, erkeklere tanınan eğitim ayrıcalığından mahrum kalmasına rağmen, dönemin entelektüellerinden olan babası Leslie Stephen’ın zengin kitaplığı ve desteği, hem kendisi hem de okurları için büyük bir şans olur. O, kadınlar için vazgeçilmez gördüğü iki şeye, kendine ait bir odaya ve geçinecek kadar paraya da sahiptir. Tıpkı, Tolstoy ve Orhan Pamuk gibi, geçim derdi olmayan şanslı yazarlardandır yani.
Hemingway’in bahsettiği, mutsuz çocukluk konusuna gelince, Woolf onu da iliklerine kadar yaşamıştır; fakat bir farkla, onun mutsuzluğu ilk gençliğinde başlar. Çünkü on dört yaşında iken annesini, iki yıl sonra da ablasını kaybedince psikolojisi bozulur. Bu kayıpları takip eden sekiz yıl içerisinde babasını ve kendisinden bir yaş büyük ağabeyini de yitirir. Belki bunlardan daha acısı, talihsiz bir istismara maruz kalmasıdır. Bu durum, romanlarında örtük bir şekilde ve sembollerle karşımıza çıksa da, “Kendine Ait Bir Oda”da açıkça ifade edilir. Bu, tam bir travmadır ve tesirini üzerinden atamaz. Defalarca sinir krizleri geçirir. Savaşın getirdiği kaos da eklenince, elde ettiği büyük kariyere rağmen, o elem verici sona yürümekten kendini alıkoyamaz.
Roman sanatına “bilinç akışı” yöntemini kazandıran ve bunun en başarılı örneklerini veren ilk öncülerdendir o, ve tam bir dil virtüözüdür. Henüz ilk romanı “Dışa Yolculuk”ta sağlam bir şekilde beliren detaycı izlenimciliği ve zihinden geçenleri doğal bir şekilde aktarma başarısı, onu bütün roman yazarları içinde apayrı bir noktaya yerleştirir. Farklı bir benzetmeyle ifade edecek olursak, Woolf, roman sanatının ‘Celine Dion’u ya da ‘Loreena Mckennitt’ıdır. Özellikle “Dalgalar”da, nesri şiirin büyüleyici atmosferine taşıyarak, modern ve güncel romanın en iddialı ve yol açıcı eserlerinden birini ortaya koyar. İşte, benim, “Mrs. Dalloway” ve “Deniz Feneri”nden önce “Dalgalar”a odaklanmamın sebebi de budur. Woolf, bu kitabı, iki yıl içinde üç kez yeniden yazarak, Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”, Fulkner’ın da “Ses ve Öfke” için gösterdiği büyük özverinin bir benzerini ortaya koyar.
“Ses ve Öfke” ile dil ve kurgu akrabalığı bulunan bu eserde, üçü kız: Jinny, Susan, Rhoda; üçü erkek: Louis, Neville, Bernard olmak üzere, altı kahramanın hikâyeleri yer alır. Kahramanların çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerini lirik bir dille anlatan roman, zengin bir birikim örneğidir ve gerçekten büyüleyicidir. ‘İtalik’ yazılan ve güneşin bir gün içindeki seyri çerçevesinde ilerleyen bölümlerde, güneşin konumu, ömrün basamaklarını düşündürür. Bu geçişler, tıpkı modern sinemada, bir sahneden, bir başka çağdaki sahneye geçişte gökyüzünün kullanılması kadar şaşırtıcı ve güzeldir üstelik. Duygu, düşünce, ümit ve hayal ekseninde bütün yaşananlar, her birinin gözünden ortak ve ayrı yönleriyle gözler önüne serilirken, hem kendimizi hem içinde yaşadığımız hayatı hem de yazarı okuruz.
Aslında, açıkça fark ederiz ki, okuduğumuz eser, otobiyografinin nefis bir örneğidir ve altı kahramanın her biri bizzat Woolf’un kendisidir. Dolayısıyla, romanın asıl anlatıcısı olarak seçilen Bernard da Woolf’tan başkası değildir. Bunu, Bernard’ın dilinden dökülen şu satırlarda açıkça görmek mümkündür: “…ben bir tek kişi değilim; bir sürü kişiyim; kim olduğumu tümden bilmiyorum; Jinny mi, Susan mı, Neville mi, Rhoda mı yoksa Louis mi olduğumu; kendi yaşamımı onlarınkinden nasıl ayırt edeceğimi bilmiyorum.” Bir başka yerde şöyle der: “Ve şimdi soruyorum: ‘Ben Kimim?’ Bernard’dan, Neville’den, Jinny’den, Susan’dan, Rhoda’dan ve Louis’den söz edip durdum. Ben onların hepsi miyim? Bir tek ve ayrı mıyım? Bilmiyorum.” Evet, aslında kendine karşı büyük bir sevgi, saygı ve hayranlık uyandıran Virginia’dır hepsi.
Woolf, kitabın başlarında, ‘Elvedon’u gözletir çocuk kahramanlarına. “Yazı yazan kadını görüyorum.” der, roman boyunca: “Yazı yazan kadını görüyorum.” O kadın, kendisinden başkası değildir yine. Ve o, yazarak, bir yandan kendini inşa ederken, bir yandan da cinsiyet ayrımcılığına da, kadının küçümsenmesine de karşı koyar. Sorgular hep. Her şeyle, herkesle ve kendiyle yaka paça olmaktan geri durmaz. Mutlu değildir; olamaz da. Neredeyse bir tek gülen fotoğrafı bile yoktur mesela.Erken yaşta tanıştığı acılar mı, toplumda gördüğü eksiklikler ve acımasızlıklar mı, yoksa “Dudaklarım çok geniş, gözlerim birbirine çok yakın; güldüğüm zaman diş etlerimi çok fazla gösteriyorum.” cümlesindeki özeleştiri midir onu gülmekten alıkoyan, bilinmez.
Gülten Akın’ın, “bende bir gülten kaldı/hangi bağa diksem yabancı” dediği gibi, her yerde ve kendini bulmadığı her ortamda hayatın yabancısıdır Woolf. Yalnızlığa ve sessizliğe deli gibi tutkulu oluşu, aslında hiç de tuhaf değildir: “…uğrumda neyim var neyim yoksa ortaya dökeceğim yalnızlığı istiyorum.” demesi ve şükredecek kadar yalnızlığa sevgi beslemesi ürperticidir: “Şimdi, utku türkümü yükselteyim. Şükürler olsun yalnızlığa.” “Şükürler olsun yalnızlığa, ki gözün baskısını kaldırdı, bedenin yakarışlarını, tüm yalanlar ve söz dizileri gereksinimini kaldırdı.” Maskeli insanlardan, sahte ve yapmacık kurgusal törenlerden sıkılmıştır…
Romanın sonlarında, arkadaşlarıyla oturdukları masada, herkesin bir bir gitmesiyle tek başına kalınca sessizliğe kavuşur. Yine Bernard’ın zihninden geçen cümlelerle kendi ruhunu ne güzel ele verir: “Nasıl da kat kat iyi sessizlik; kahve fincanı, masa. Kazığın üzerinde kanatlarını açan yapayalnız deniz kuşu gibi kendi kendime oturmak nasıl da kat kat iyi. Bu yalın nesnelerle, bu kahve fincanıyla, bu bıçakla, bu çatalla, kendine yeten şeylerle, ben de kendim olarak burada sonsuza dek otursam.” Kendine yeten biri olarak, ancak seçtiği iradi yalnızlıkta bulur mutluluğu. Yalnız böyle zamanlarda, zihnin ve kalbin ikliminde doludizgin koşturur atını.
Yazmak en büyük tutkusudur. Kendisiyle benzer bir kaderi paylaşan Dolores O’riordan’ın müzikle ilişkisi gibi, o da yazıyla arınır ve kendini bulur. Yazarlığını bileyip dururken, karşısına Shakespeare’i, Tolstoy’u, Byron’u koyar hep. Çalışır.. Çalışır.. Bazen beğenir yazdıklarını, içi coşkuyla dolar; bazen de, “Bir perde iniyor benim gözlerime. Her şey ötesine geçilemez oluyor. Yaratmayı bir yana bırakıyorum.” diyerek yıkılır kalır. Byron’la yaka paça olup didişirken, sonunda bir kenara kaldırır onu.Ustalar arasındaki haklı yerini çoktan almıştır ve bunun farkındadır artık: “Bütün benzeyişler dürülüp kaldırıldı. ‘Sen Byron değilsin, sen kendinsin.’ Başka birince yalınkat bir varlığa indirgenmek, ne yabansı.” der sonunda.
Kendini bulmuştur. “Söz dizileriyle tıka basa dolu defterim yere düşmüş.” cümlesini kurar da dil ve edebiyatın ötesine uzandığını ele verir: “…sözcükler gerekli değil. Düzenli hiçbir şey. Tüm ayaklarını yere basarak inen hiçbir şey. Yabanıl bir ezgi ve yapay söz dizileri oluşturarak göğsümüzde sinirden sinire parçalanan, uyum yaratan o ses uzanımlarının, o hoş yankıların hiçbirisi. Cümlelerle işim bitti artık.” Yeni bir ses ve soluktur arayıp bulduğu. İşte, “Dalgalar” her eserinden daha çok iç dökümüdür ve cümlelerle değil de mısralarla yazılmışçasına şiirseldir. Bundandır ki, kimi zaman yumuşak bir rüzgâr gibi salınarak, kimi zaman da bin bir kristal ışıltıyla peş peşe kıyılara vurarak görkemli bir ritim sunar. Sadece bilinç değildir akan, bu eserde; zaman, hatıralar, ümit ve hayaller de akar durur dalga dalga.
Woolf’a göre her şeyin bir öyküsü vardır. Hayatın kendisi de bir öyküdür ve herkes kendi öyküsünü mırıldanmalıdır: “Bernard her zaman bir öykünün bulunduğunu ileri sürer. Ben öyküyüm. Louis öykü. Ayakkabıcı çocuğun öyküsü var, tek gözlü adamın öyküsü, deniz salyangozları satan kadının öyküsü. Bırakalım öyküsünü mırıldanıp dursun…” Lakin öyküleri dile dönüştürmek, incelerden ince bir bakışa, keskin bir zekâya, seçkin bir dile ve yalnızlığa tutkun birine ihtiyaç duyar. Duyar ki alıcı bulsun: “Yalnızca burada; yalnızca şimdi. Şimdi frenküzümü dalları altında uzanıyoruz: Rüzgâr estikçe benek benek oluyoruz. Elim, yılan derisi gibi. Dizlerim, yüzen pembe adacıklar. Senin yüzün, altına ağ gerilmiş elma ağacı.” Bir şair ve ressamın göz alıcı, ışıl ışıl mısraları ya da rengârenk fırça darbeleridir sıkça karşımıza çıkan.
Tuttuğu defterler hayli çoktur; okumaları hayli yoğun. “Beklemem gerekirse eğer, okurum; gece yarısı uyanırsam eğer, rafta el yordamıyla bir kitap ararım. Usumda kabararak, sürekli büyüyerek defterlere yazılmamış tözlerden koskoca bir birikim oluştu.” derve bu cümleyi destekler mahiyette, “Yaşanacak elli yılım, altmış yılım var. Biriktirdiklerimi kullanmaya başlamadım daha. Başlangıç bu.” der. Yazmanın tılsımını keşfetmiştir. Bir baraj gibi dolmuş ve kapakları gürül gürül açılmıştır. Eserlerine cömertçe serpiştirdiği özel hayatı gayet net okunabiliyorken, kurduğu şu cümle hayli şaşırtıcıdır. Çünkü istediği şeyi üst seviyede başarmıştır zaten: “Elimden gelseydi, olduğu gibi verirdim onu size. Koparıverirdim, bir salkım üzüm kopartırcasına. ‘Alın bunu. Yaşamımdır bu benim’ derdim.”
O hassas kalp, o ince ruh, yaşadığı acılardan ve savaşın geniş çaplı yıkımından olsa gerek, “Tanrım, nasıl da anlatılamaz ölçüde iğrenç yaşam! Ne pis oyunlar oynuyor bize…” demekten kendini alamaz. Hayatın verdiği acılar o denli yoğundur ki, ölümün acısını bile geride bırakır: “Yaşam yıkıp geçti beni. Konuştuğumda hiçbir yankı gelmiyor, hiçbir değişik sözcük. Bu, dostların ölümünden, gençliğin ölümünden daha gerçek bir ölüm.”der. Eserde, ismi yüceltilen Percival, gerçek hayatta ağabeyi Thoby ve nice sevdikleri ölmüştür. “Bütün ölümler bir tek ölümdür.” onun için. İçini acılarla dolduran ölüme kafa tutar, savaş açar yine de: “Mahmuzları batırıyorum atıma. Senin üzerine atacağım kendimi, yenik düşmeden, boyun eğmeden. Ah. Ölüm!”
Hayatı hallaç pamuğuna çeviren Woolf, sanatçı ruhunun getirdiği aşırı hassasiyetle, dünyanın değersizliğini, insanların yapmacıklığını derinlemesine fark etmiştir. Büyük beyinlere mahsus bir çile içindedir sürekli. Hep bir kendiyle hesaplaşma, hep bir sorgulama ve didişme içindedir. “İşte bu yüzden nefret ediyorum bana gerçek yüzümü gösteren aynalardan. Yalnızken çoğu zaman hiçliğe yuvarlanıyorum. Ayağımı uzatmalıyım gizlice, düşüp gitmeyeyim diye dünyanın kıyısından hiçliğe. Sert bir kapıya vurmalıyım elimi, kendimi yeniden bedenime çekebilmek için.” dese de, ruh akrabası pek çok şair ve yazar gibi, vakitsiz ve talihsiz bir sona yürümekten kendini kurtaramaz. Yeni bir bunalım ve krizin içindedir. En çok sevdiği iki kişiye birer mektup yazdıktan sonra, ömür atını sulara doğru mahmuzlar. Mahmuzlar lakin geride büyük bir acı ve yenilgi bırakır. Zafer diye atıldığı, hazin bir mağlubiyettir. Âh, Adeline Virginia! “Ah. Ölüm!”