Selim Güleç

Yazla Kış Arasıdır Ömür Dediğin

Okuma süresi: 5 dakika

İlerideki sakız ağacının altında eşelenen gümüş martı maviliğe doğru havalandı. Bir genç kız onun süzülüşünü kameraya çekti. Birazdan sosyal medyada paylaşır. Belki de canlı yayın yapıyordur. Yan masadaki yorgun çift, çocuğu kimin çişe götüreceğini tartışıyor. Epey yürümüşler.

Adam çevresinden koptu. Hiçbir şey duymaz, bir şeyi görmez oldu şimdi. Kendisini, kendiliğinden çıkıp gelen bir hayalin içinde buldu. Uyanıkken rüya görür gibi bir vaziyet. Denize bakan geniş pencerenin önündeki çalışma masasında oturuyormuş güya. Sandalyesini geriye itip eline aldığı ıhlamur fincanıyla ayağa kalkmış. Üzerine çalıştığı öykü biraz bekleyebilirmiş. Tül perdeyi diğer eliyle aralıyormuş. Dışarıda Dıranas’ın dizeleri ahşap evlerin çatılarını ağartıyormuş, “Kardır yağan üstümüze geceden.” Dizlerini kalorifer peteğine değdiriyormuş. Damarlarındaki kan ısınıyormuş.

Oturduğu kafeteryanın dama örtülü masasını da nemlendiren buz gibi gazozdan bir yudum aldı, sırtına yapışan tişörtünü havalandırdı, dondurma kâsesine kaşığı daldırdı. Bahçe duvarının içindeki kuru mimoza dallarının arasından bir çift kedi peş peşe zıplıyormuş. Kızışma zamanlarına daha varmış ama, kediymiş işte, oyun derdindelermiş… Bunları giriş kattaki Eleni Teyze besliyormuş, pansiyonun da sahibiymiş güya. Huş ağacının altına gömdükleri sayılmazsa bir düzine varlarmış daha. Öleni oraya defnediyormuş; üstlerinde yüksükotu, tilkikuyruğu, keçimemesi büyütüyormuş.

Bembeyaz saçlıymış Eleni. Kocası Yorgo öleli otuz yıl olmuş. Kilisenin arkasındaki mezarlıkta dinleniyormuş. O öyle umuyormuş. Çok çalışmış yaşarken. Çalışmış da bu üç katlı ahşap evi öyle dikmiş. Balıkçıymış. Pek çok fırtınaya kapılmış. Ölümünün denizden olacağı beklenirmiş tüm Ada’da ama o yılan sokmasından ölmüş. Arada bir de trafik kazası atlatmış.

Seksen yedi baharında bahçeyi belliyormuş güya. Helva keser gibi kesip atıyormuş toprağı. Denize gittiğinde en çok bu toprağın kokusunu özlermiş. Derken yumuşak, kayış gibi bir şeye temas etmiş belin ağzı. Bir yılan yuvası çıkmış önüne. Daha ne olduğunu anlayamadan anne yılan bacağını ısırmış. Can havliyle yılanı tutup fırlatmış ama o yapacağını yapmış. Görmüş geçirmiş adam, denizde hayvanlarla haşır neşir olmuş, panik olmamış o yüzden. Olmamış ama olduğu yere yığılmış kalmış, yardım bile isteyememiş.

Yoldan geçen yoğurtçu fark etmiş onu. Hemen bir şeyler sarmışlar yaraya, soğuk su içirmişler. Ardından bir balıkçı arkadaşı teknesini çekmiş ve İstanbul’a hastaneye gitmişler. Vardıklarında iş işten geçmişmiş…

Eleni seksen yaşındaymış. Daha uzun yıllar yaşayacağını umuyormuş. Ölüm geldiğinde onu gülerek karşılayacakmış. Zaten yaşamışmış yaşayacağı kadar. Kocasının yanına gömülmek istemiyormuş, kedileriyle koyun koyuna uyumak emelindeymiş. Bahçesine gömülmek için belediyeye müracaat etmiş, kabul edilmemiş.

Garson çocuk önüne peynirli pizzasını getirdi. Getirdi ama hayalini yırttı diye çocuğa ters ters baktı. İri üçgenlerden birini geniş kenarından tutup ağzına götürdü. Peynir koluyla beraber uzadı uzadı ve koptu. Ağzının içine sıcak bir lezzet yayıldı. Yırtığı yamamaya çalışıyor şimdi.

Beyaz kelebekler inmeye devam ediyormuş. “Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte/ Kar yağıyor üstümüze inceden.” Aşağıdan katur kutur kürek sesleri. Başında kaz tüyünden kalpağı, sırtında keçeden yeleği bir adam kaldırımı kürüyormuş. Güya birkaç saat önce vapurdan inince fırının bitişiğindeki dükkânından bisiklet kiraladığı adammış bu. Boy boy bisikletleri vardı, çeşit çeşit. Rehin olarak kimliğini bırakmış ve bir saatliğine on lira kira ödemişti. Arka freni tutmuyordu onun da. Değirmenburnun’dan yokuş aşağı hevesle sürerken ön frenle durmaya kalkışmıştı. Neredeyse takla aşıyordu. Zincirinden de cırtlak sesler çıkıyordu. Kızılçamların, pelit çalılarının arasından geçti. Yol kenarında gördüğü dağ çileklerine uzanıp ağzına attı. Sait Faik’i selamlar gibi selamladı Burgaz Ada’yı. Denizi sağına, ormanı soluna aldı. Sağı mavi, solu yeşil. Denizin şarkısı, ormanın uğultusu. Faytona koşulan kadidi çıkmış atların açıkhava ahırını gördü, içi acıdı. Aşağıdaki Çam Lima’nında onlarca yat sonra. İnsanlar eğleniyordu, vur patlasın çal oynasın. Her yattan ayrı bir şarkıcı bağırıyordu. Kulaklarını tıkayabilseydi keşke…

Kalpaklı adam, küreğini tam dolduramıyormuş. Onun dermanı kesilmiş, kar sulu kar. Yarım kürek yarım kürek yolu temizliyormuş. Karslıymış. Kırk senedir Heybeli’deymiş. Babası askerde ölmüş, yaşı gelince o da askerden kaçmış. Anası; git buralardan, kurtar kendini demiş. Yorganını sırtlayıp gelmiş. Nasıl kaybettirdiyse kaybettirmiş işte izini. Sonra da yaşı geçmiş zaten.

Yorgo yanına almış, birlikte balığa çıkmışlar. Bizimki dağ adamı, sevmemiş denizin dönek yüzünü. O gün bugündür baharları bahçıvanlık, yazları faytonculuk, kışları salepçilik ve bozacılık yaparmış. Sırtına güğümünü yüklenir bütün Heybeli’yi bitirir, üstüne Kınalı, Burgaz ve Büyükada seferi yaparmış. Çalışkanmış. Yorgo da buna vurulmuş zaten. Arkadaşının kızı İrene ile evlendirmiş onu. Çocukları olmamış. Olsaydı…

Olsaydı İrene’nin yüzü gülermiş. Olsaydı Heybeli’nin yarısını ele geçirirlermiş.

Yolu temizlemiş. Şimdi Eleni’den irice bir sahan bir de büyük kaşık istiyormuş. Bahçenin en uzak köşesine kadar karlara kırt kırt basarak ilerliyormuş. Oradaki el ayak değmemiş karı kaşık kaşık sahana dolduruyormuş. Eleni, elinde pekmez şişesi, heyecanla bekliyormuş. Karslı, şişenin tıpasını açıp siyah pekmezi beyaz karın üstünde gezdiriyormuş. Sonra kâselere doldurup birini pansiyondaki tek misafire gönderiyormuş.

Adam pizzasını bitirmek üzere. Yanındaki gürültülü aile yerini bir turist çifte bırakmış. Onun gözü hâlâ çatılara yağan karlarda, aklı karsambaçta. Dondurma yer gibi kaşıklıyormuş onu. Ağzının içiresinde bir buz pınarı çağlıyormuş, dişleri birbirine çarpıyormuş takır tukur. Kâselerden ikisi yandaki kiliseye gitmiş. Caminin imamı, yan evde ikamet eden papazı ziyarete gelmiş. Terastaki kış bahçesine çıkmış, kadife koltuklara oturmuşlar. Uçurum Kilisesi’nin papazı olmalıymış bu. Ama belki de Terk-i Dünya Kilisesi’ninkiymiştir. Papaz, kilisenin bahçesine cami için lale soğanı gömmüş. İmam, caminin taraçasına kilise için gül fidesi belemiş. “Bir gün bağ makasımla geleyim de sizin şadırvandaki asmayı budayayım.” diyormuş papaz, “Bağcılık elimden gelir, babamdan öğrendim.” İmam müteşekkirmiş, “Ben de vernik getireyim de sizin giriş kapısını cilalayayım.” diyormuş, “Babam boyacıydı, ondan miras bana da.” İğneleme yokmuş bu sözlerde, kinaye yokmuş. Herkesin inancı kendisineymiş…

Derken sakız ağacının altında bir şamata kopuyor. Martılar, balıkçının attığı balıkları kapmak için birbirlerine giriyorlar. Adamın hayali bir defa daha yırtılıyor. Bu sefer dikiş tutmuyor. Pizzayı hışımla bitiriyor, gazozun son fırtını da çekip şişenin dibini masaya biraz sertçe bırakıyor. Tok bir ses çıkıyor. Şişe devriliyor, tutup kaldırıyor. Dilinin üstünde karsambaçın soğukluğu hâlâ…

Yeterince güçlü hayal edebilirse onu gerçekten yemiş gibi olduğunu fark edip gülümsüyor. Gümüş martı sakız ağacının dibindeki karabaş martılara katılıyor, kavga kızışıyor. Kafede çalan müzik o vakit yeniden tırmalamaya başlıyor kulağını.

Kasaya yanaşıp hesabı ödüyor. Eleni gibi birilerine bakınıyor. Ona rastlamıyor ama bolca kedi görüyor. Kilisenin yanından, caminin önünden geçiyor. Yol üstlerinde güller ve sümbüller, mimozalar ve begonviller… Yorgo diye biri var mıdır acaba şu haçların dibinde yatan? İlla ki vardır. Vapur düdüğü dönme vaktini haber veriyor. İskeleye doğru yaklaşırken, “Gelen kış” diyor, “gelen kış buraya geleyim, bir pansiyona kapanayım.”

Vapurda hanımı mesaj yazıyor, “Neredesin?” Heybeli’deyim dese, inanmaz. Sahile kadar ineceğim diye evden çıkıp da önüne çıkan ilk vapura atladığını, onun da onu oraya götürdüğüne ihtimal vermez. Konum yolluyor. Bu daha inandırıcı. Telefonu çalıyor, “Yanında kim var!” Adam sağına soluna bakınıyor. Hangi birini söylesin, vapur dolusu insan işte…

One thought on “Yazla Kış Arasıdır Ömür Dediğin

  • Turgut

    Çok hoş. Elinize sağlık

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *