Şehir Yazıları 2 / Gönüllü N-isyanlar Diyarı
Kafasını var gücüyle geriye itti. Şişeyi kaldırdı, usta bir tesisatçı gibi ağzıyla şişeyi bir çırpıda birbirine ekledi. Dün gece kaçta sızdığını hatırlamıyordu.
İnce bir damla şişenin dibinden harekete geçti. Yavaş yavaş yeşil cam şişenin kenar yolunu katetmeye koyuldu. Yolun sonu karanlıktı. Bu da neydi? Birazdan dev bir mağaraya mı düşecekti? Zemlin ovasında taze bir salkımın ucunda güneşi gördükçe tenini gerdiği günleri hatırladı. Altın sarısı saçlarını beyazdan bir tülbentle toplamış Mitroviça’lı gündelikçinin uzun parmakları kendine dokunduğunda içi gıdıklanmış, sonra bağ makası ile dalından koparıldığında sonunun burada bitecek bir yolculuğa başladığını hiç anlamamıştı. Şişenin ağzına kadar indi. Gurp sesiyle yolculuğunu bitirdi.
Yaşlı adam dünden kurtulmuş o bir damlayı tükürüğüyle çoğaltıp, sanki bir şelalenin altında ağzını doldurmuşcasına bir gürültüyle yuttu. Şişeyi hoşnutsuzca yere bıraktı. Boşalan elini alnına yapıştırarak aşağı sürmeye başladı. Sanki yüzünü değil de bir coğrafyayı sıvazlıyordu. Geniş bir ovadan geçti. İki çukur gözden sonra burnu ve neredeyse burnunu yakalamış çenesi sıradağlar gibiydi.. Uzun sakalları, dağların ardındaki bakir ovayı istila etmiş yaban otlarıydı. Birazdan tırpanla buluşacak rençber elindeki ot tutamı gibi sakallarını kökünden tutup sıvazladı.
O ara bir pire havalandı sakallardan. Belediyenin geçen yıl Kiril alfabesini okumakta zorlanan turistler için hazırlattığı noktası unutulmuş Kneza Mıhaılova tabelasındaki ilk ‘ı’ nın üstüne kondu. Burası şehrin en şık caddesiydi. Bütün bu gel-gelli vitrinler, parlak ışıklar, şık topukluların modern çağıltıları arasında o burayı ev bellemiş bir heyula gibi işte bu tabelanın altında yatıyordu. Bu yatma da değil bir gömülmeydi. Şehir fakirliğine, hırpalanmışlığına, boşa çıkmış enternasyonal umutların tortularına bir kat pudra atıp, fondotön sürmüş ama gel gör ki bu yaşlı adam istenmeyen bir sivilce gibi gelmiş kendini bu makyajın içine gömmüştü. Üstüne üstlük adam devr-i sâbık’ın madalyalarını da büyük bir gururla kirli paltosuna iliştirmiş herkesin unutmak istediği o günleri de şehir halkının yüzüne vuruyordu. Unutmak istenen ne varsa sanki bu evsiz fakirde tecelli ediyordu.
Yerinden doğruldu. Cüssesinden hiç beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa kalktı. O kalkarken şehrin 1200 yıllık tarihi de kalktı sanki. Aynı çevikliği adım atarken gösteremedi. Sendeleyerek üç-beş adım attı. Eliyle duvardan destek alarak kendini doğrulttu. Şehri düşündü. Tarih boyunca otuz beş kez dümdüz edilip her seferinde yeniden ayağa kalkan, gel gör ki yürümeyi de bir türlü becerememiş bu büyülü şehri. Kirli paltosu, rengi tozla toprak arasındaki ara tonu mükemmelen tutturmuş pantolonu, yerde sürüyerek getirdiği ayakkabılarıyla şehirdi o.
Az ilerdeki yeni açılmış kafeden burnuna taze çekilmiş kahve kokuları geldi. Etrafı öyle sarmıştı ki havada asılı gri bulutların doğal kokusunun kahve olacağını sanırdınız. Adımlarını sıklaştırdı. Kafenin dışarıya taşan masalarına göz gezdirdi. Kızlı oğlanlı bir grup hararetle bir şeyler tartışıyor. En dış masada tuttuğu gazetenin ucundan sadece kel kafası görünen bir adam dumanı üstünden tüten okkalı bir kahve içiyordu. Kafasını çevirdi, inanamadı. Gözlerini fincana mıhladı. Yanlış mı görmüştü. Sembollerin, simgelerin hayata bu denli ince ayrımlarla girdiği bir coğrafya dünyada az görürdünüz. Tarihi savaşlar, acılar, kanla yazılı bu coğrafyanın aynı ırktan baba Slav halkları kendilerini bir kahve fincanıyla bile farkettirebilirdi. Bu topraklarda Hristiyanlara kahve kulplu fincanla verilir. Fincanın kulpunu tutan el üç parmağını birleştirerek teslis inancının simgesini taşırdı. İşte bundan olacak ki Müslümanlar kulplu fincanda katiyyen kahve içmezdi. Müslüman kahvesi kulpsuz fincanda gelir. Kahve fincanını saran başparmak ve işaret parmağı hilal şeklini alır. Böylece İslamın nişanesini gösterirdi.
Bu coğrafyada Müslüman demek Türk demekti. Şehre üç asırdan fazla hâkim olan Osmanlı, döşekten avluya, kahveden tarağa bir çok nesneyi sadece birer obje olarak değil yerel dile kelime olarak da bırakmış gitmişti. Ancak şehir hiç haz etmediği bu parlak gömleğin yakasını, paçasını biçmiş onu tüm bu giysilerin en görünmezinde üstüne üç kat libas giyilmiş bir atlet gibi bırakmıştı. Bir dönem payitahta başkentlik yapması düşünülen şehirde bu üç yüzyılın anısını taşıyacak neredeyse hiçbir eser kalmamıştı. Şimdi tüm kahramanlıklar Osmanlı’yı nasıl şehirden söküp attıkları üzerine kuruluydu.
Yaşlı adamın gözlerinde bir ışık açtı. Yatağını bulmuş su gibi zihnine unuttuğu hatıralar yürüdü. Büyük dedesini hatırladı. O da kahveyi böyle fincanda içerdi. Mahallenin oğlanlarının kendisine kara kafalı deyip Turski diye bağırmaları geldi aklına. Caddenin sonuna gelmişti. Yolun karşısına geçti. Kalemegdan denilen şehir kalesini de içine alan tepeciğe tırmandı. Uçsuz bucaksız bir ova şimdi önünde uzanıyordu. Az aşağıda coğrafyanın iki büyük nehri Tuna ve Sava birbirini hiç görmemiş iki kardeş gibi birbirine sarılıyor, geçmişle gelecek işte tam burada bir oluyordu. Belgrad dedi.. Ah Belgrad! Şu kalenin şu dili olsa da konuşsa ne vardı?
Belgrad Kalesi, dilber aman Zemlin ovası
Atlısı geçemez dilber aman değil ki yayası
Gerçekten de Ah belgrad! diyor insan bu güzel yazıyı okuyup bir de üstüne anlatılanların canlandığı videoyu izler ve müziği dinlerken, iç çekmemek elde değil.
Teşekkürler bu güzel yazı ve video için.
Fantastik bir hikaye, tasvirlerle farklı diyarlara yolculuk etmiş hissi veriyor.