Ömer Bulut

Şehir Yazıları- 1

Okuma süresi: 2 dakika

Kapıdan bir hışımla çıktı. Düşünmedi, sola döndü. Böyle anlarda düşünülmezdi. Topuğu hafiften vuran, zamanın kahrını daha çok gençken alan, yüzüne çoktan derin çizgiler inmiş rugan ayakkabısının önüne, üstünden araba geçmiş bir Pepsi kutusu düştü. Düşünmedi, sinirle bir pis burun döşedi. Böyle anlarda düşünülmezdi. Bir kedi, içinden kopan bir âvazla yaşlı duvara sıçradı. Geçen bayram Almanya’dan gelen gurbetçinin gaza ayarsız bastığında havalanıp yaşlı duvara konan toz parçaları yeri boyladı. Ülke nüfusunun neredeyse altı katı kadar nüfus yurt dışında yaşıyordu. Dünyanın dört bir yanına yayılmış, ticarette ustalaşmış bu gurbetçilerin yatırımları ülke ekonomisini de ayakta tutardı. Neredeyse her kapı uzak diyarlardaki akrabalarıyla övünç duyardı.

Daha sokakta beş adım atmışken ensesini nemlendiren sarı sıcağa döndü, bir bakış attı. Gözü kamaştı. Sıcaktı. Kırk rahat var dedi. Boynunu eliyle sildi. Nemden iğrendi. Düşünmedi. Elini pantolonuna sürdü. Böyle anlarda düşünülmezdi. Hagop dükkanı yeni açıyordu. Sırtı dönüktü. Selam verse miydi? İstavrozunu çıkarıp eğilmiş, dükkanın tenekeden kepenklerine bağlı dev kilide anahtarını sokuyordu. Tanrı’ya böylesine güvenip, kuluna büyükten tedbir almasına dudak büktü. Tamirciydi, kuyumcu değil. Ama ekser Ermeni gibi en iyilerdendi. Aklına arkadaşının bir sözü geldi. Ermenilerin nasıl böylesi zanaatkar olduklarını burunlarıyla açıklıyordu. Kocaman burunlarının beyinlerinin devamı olduğunu söylemiş, ona da Tanrı’nın el becerisi verdiğini yakıştırmıştı. Bu topraklar böyleydi. En sevimsiz yerinize en olmadık övgüyü ilahi bir ödül gibi alırdınız.

Yokuşun bittiği yerde merdivenler başladı. Birer, ikişer merdivenleri sekerek atladı. Hızlandı, ayağı burkulacakmış gibi oldu. Can havliyle şehrin neminin değişmez hatırat bıraktığı elektrik direğine tutundu. Avucunun içi pütürlendi. Elini çekti. Pası sanki damağında hissetti. Düşünmedi, ürperdi. Böyle anlarda düşünülmezdi. Elektrikler yine kesikti. Ülkede 1970’lerden bu tarafa her gelen bakan 24 saat kesintisiz elektrik sözüyle gelmiş ancak yıllar asır devirip 21.yüzyıl olsa da yine bu direklere günde 3 saat dinlenme düşmüştü.

Kuaförün önünden geçti. Bakkala uğradı. Sabahın o saatinde kuaför mesaiyi yarılamıştı.

Bir paket sigara aldı. Yandaki kuaförden çıkan saçları bakırdan bir deniz köpüğü gibi dalgalı kadın o çıkmadan dükkana girdi. İçeriyi parfümü doldurdu. Bu şehrin kadınları bakkala bile bakımsız, makyajsız gitmezdi. Daha herkesçik uyurken ilk açılan dükkanlar hep kuaförler olurdu. Adımlarını sıklaştırdı. Burnuna dış duvarları beyaza boyanmış caminin kireç kokusu doldu. Bu hiç şaşmazdı. Her altı ayda bir yeşil kubbeyi daha da ortaya çıkaran kireçten bir elbise giyerdi caminin duvarları. İşte o günlerde dervişlerin gözü bir başka türlü parlardı.

Yolun karşısına geçti. Köşeyi hızla döndü. İstemediği birini görmüş gibi yüzüne bir elif miktarı buruşukluk uğradı. Kaldırımda onun yürüyeceği tarafı kapatmışlar. Şehrin elit çocuklarının okuduğu Katolik okulunun servisi öğrenci indiriyordu. Çocuk cıvıltıları, rahibelerin Fransızca emir kipli disiplin cümlelerine karıştı. Beklemeyi düşünmedi. Yolun karşısına geçti, böyle anlarda düşünülmezdi. Kornalar, klaksonlara karışıyordu. Bu şehrin doğal sesi sanki kornaydı. Yarı açık camlardan kenarda bekleyenlerle taksicilerin pazarlığı kelime yönüyle de ekonomik olurdu. 2 korna dat, dat ve 3 kelime.. “Vein? Servis velaserviseyn?” Nereye? Tek ücret mi, çift mi? Arabalar olmadan önce şehrin geçmiş yüzyıldaki sesini merak etti. Ne olabilirdi?

Üstünde durmadı. Nefesini çekti, Korniş’e varmak üzereydi. Deniz kokusu geldi. Trafik ışığı şansına kırmızıdan yeşile dönmüştü. Hoş bu da şans mıydı? Dönmese ne olacaktı? Bu şehirde kim trafik ışığını beklerdi ki? Düşünmedi, bir solukta denizle yol arasındaki geniş kaldırıma geçti. Böyle anlarda düşünülmezdi. Adına Korniş dedikleri sahil boyunca kilometrelerce uzanan, sabahları zenginlerin sağlık koşularına, öğlenleri sıcaktan bunalmış mülteci çocuklarının kahır kulaçlarına, akşamları ise fakir gezmelerinin, şen kahkahaların, nargile dumanlarına karıştığını göreceğiniz, herkesi aynı manzaraya baktıran mavi eşitlik içini doldurdu. Korniş’le deniz arasında yarı beline kadar suya gömülü, hırçın dalgaların dayak izini yeşil yosunlarla taşıyan kayanın üstüne zıpladı, bir çırpıda oturdu. Elini cebine attı. Sigarasını çıkardı. Rüzgar yoktu. İlk denemede yaktı. Gözünü kapadı. Düşündü. Şimdi gönlünce düşünebilirdi. Ciğerlerine duman, zihnine her ayrıntısıyla şehir doldu. Feyruz dillendi, “Lİ BEYRUT” dedi. Sen ne güzel bir şehirsin…

2 thoughts on “Şehir Yazıları- 1

  • Hikmet

    “Böyle anlarda düşünülmezdi.” leitmotif örneği olarak okutulabilecek bir cümle olmuş. Eskiden olsa belki okuturdum da. Güzel bir şarkı, güzel bir öykü. Geceze’ye hoş geldiniz.

    Yanıtla
  • Ömer

    Teşekkürler üstâdım! Şerefyâb oldum.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.