Yitikler Ağıdı: Elveda Gülsarı
Dik bir yokuşun ortasında, geçmişle zıtlık oluşturacak derecede yavaş bir yolculuk düşünün. Vakit akşamdır, etrafta kimsecikler kalmamış ve hava soğuktur. Aleksandrovka yokuşu da hepten bir çileye dönmüştür. Mevcut hâl içinde, mazi pencerelerinin ardına kadar aralanmasından daha tabii bir şey yoktur. Mutluluktan ziyade çileye aşina olan Tanabay yeni ve belki de son çilesini çekiyordur, zira “Varacağı yer uzak, gece yakın, at bitkin.”dir.
Gecenin ve soğuğun koynunda bir travmaya dönüşen yolculuk, aslında sona çıkan bir yolculuktur. Yazar, bunu, “Zaman kimseyi kayırmaz, her canlı yaşlanır, her şey eskir.” sözüyle ifade eder. Bu son şimdilik Gülsarı’nın sonudur. Her şey yaşanmış ve tükenmiş, lezzetler geride kalmış, elem bütün ağırlığıyla üstlerine çökmüştür. Öyle ki, yazar, “Sona varan yol eve varan yoldan kısaydı.” diyerek özetler bunu. İhtiyar Tanabay Bakasov ve son anlarını yaşayan efsane yorga Gülsarı, hatıralara karışa karışa, bir milletin çağıltılı ve görkemli mazisini gözler önüne serer. Bir hikâye böyle sarsıcı, bu kadar çarpıcı bir şekilde mi ortaya konulur. Eser, sanki yazılmamış da ilmek ilmek dokunmuştur.
“Benim kanatlarım oldun Gülsarı.” diyen Tanabay için Gülsarı’yla karşılaşmak yepyeni bir coşkudan, yalan dünyada bahşedilen unutulmaz bir armağandan başka bir şey değildir. Çünkü iki benzer karakter bir araya gelmiş, birbirini tamamlamıştır. Gülsarı hızdır, Tanabay da öyle. İçinde sevinçler de yaşanan hayat, her insana yetecek kadar acı barındırsa da, her zaman armağanlarla doludur. Erken yaşta geleni daha değerli olabilir lakin ödüllerin mutluluk debisi kolay kolay değişmez. Ve insan, öyle veya böyle çarçabuk yaşlanır; ömür birdenbire tükenir. Çünkü zaman da hızdan başka bir şey değildir. Fakat yazara göre, insanı yaşlandıran ve kısa sürede çöküşe götüren yıllar değil “çile”dir.
Çileyi çoğaltan ve insanı kedere boğan pek çok sebep olsa da, “Elveda Gülsarı”da kederin ana unsuru yitiklerdir. Bu yönüyle roman, bir yitikler ağıdı olarak adlandırılabilir. Eserde bir büyük yitiğe remzen dört yitik göze çarpar. “Karagül Botam” bozlağıyla dile getirilen efsanede baba oğlunu yitirirken, boz geyik bütün soyunu ve kendine eş ve yoldaş kalan son yaşlı tekesini kaybeder. Kitabın sonundaki ağıtta deve, yavrusunu, kahramanımız Tanabay da Gülsarı’yı yitirir. Ayrıca göç zamanı havada süzülen yabankazlarından biri de sürüsünü yitirmekle karşı karşıyadır. Bütün bu yitikler, aslında koskoca bir milletin inanç ve töresini yitirmesinin çağrışımından başka bir şey değildir.
Roman ilerledikçe zihnin bir köşesine “Spirit-Özgür Ruh” filmi gelir oturur. Sanki “Özgür Ruh” “Gülsarı”dan esinlenerek yazılmış gibidir. Öte Yandan Jack London’ın “Beyaz Diş”iyle Gülsarı arasında da bir bağ olduğu fark edilir. Aytmatov da, tıpkı London gibi, muazzam bir gözlem gücü ve detayları yakalama başarısı gösterir. Bir farkla ki, Aytmatov’un eserleri alegorik bir özellik taşır. Bu bakımdan Gülsarı, yalnızca bir atın serüveni değil, bir milletin serüvenidir. Çünkü büyük bir millet, Rus hâkimiyetiyle değerlerinden ve özünden koparılarak bir nevi iğdiş edilmiştir. Yazar, lime lime olmuş ve artık yenisi yapılmayan, yenisini yapacak kimse de bulunmayan kıl çadırdan yola çıkarak, “Ama işte ata babalarımızın ustalıkları unutulup gitti. Oysa insan ruhunun aynası, el hüneri, göz nuru değil midir?” hayıflanmasıyla anlatır bunu.
Aytmatov’un eserlerinde tabiat ve hayvanlar geniş yer tutar. Bu eserde, Gülsarı öne çıkıyorsa, “Dişi Kurdun Rüyaları”nda Taşcaynar, “Gün Olur Asra Bedel”de Karanar, “Ebedi Gelin”de Jaa Bars, “Sultanmurat”da Çabdar, “Beyaz Gemi”de de Akmaral, öyle öne çıkar. Bu durum, Aytmatov’un sadece veteriner olmasıyla açıklanamaz, çünkü evcil hayvanlar kadar yaban hayvanlarına da yer vermesi, bir veterinerin bilgi ve donanımından daha çok, bir tabiat aşığının engin gözlem ve araştırmalarının ürünüdür. Bu sebeple “Elveda Gülsarı” kişneyen bir aygır, şarkı söyleyen bir toygar ve şiir okuyan doğadır.
Bir yazar hakkında malûmat sahibi olmak, onun eserlerine bakış açımızı zenginleştirir. Aytmatov kitaplarını okurken de bu durum geçerlidir. Yazarın hayat hikâyesi ve özellikle babası ile ilgili gerçek, onun eserlerini çözümlemede önemli bir çıkış noktasıdır. Çünkü babası Törekul Aytmatov, hayatı ve icraatlarıyla, mevcut siyasi düşünceye kendini adamış biri olsa da, bir yönüyle Yahya Kemâl gibi, milli değerlere sahip çıkan aydın biridir. Bundan dolayı türkü, halk hikâyesi, efsane, masal, mani gibi edebi birikimleri gelecek nesillere aktarmak için kayda geçirmeye çalışır. Fakat yaptığı bu çalışma rejim tarafından onaylanmaz. Kısacık bir yargılama sonrasında halk düşmanı (?) ilan edilerek öldürülür.
Aytmatov, babasının öldürülmesinden duyduğu acı ve tepkiyle, onun başlattığı ve ölümüne de sebep olan, kültür mirasını gelecek nesillere aktarma işini, bir ideal olarak benimser. Ve bunu evrensel bir çapta başarır da. Bunu yaparken, babasını, roman karakterleri üzerinden yaşatmayı da ihmal etmez. Eserde geçen, “Babalar ölür ama oğulları onu yaşatırlar.” cümlesi, her ne kadar sıradan bir cümle gibi dursa da, aslında öyle olmadığı kolayca anlaşılır. “Gün Olur Asra Bedel”de Abutalip Kuttubayev, yapıp ettikleriyle, “Elveda Gülsarı”da Tanabay, inandığı davaya hizmeti ve basit bir sebepten yargılanarak partiden ihracıyla, Törekul Aytmatov’u akla getirir.
Bu gözle bakıldığında, diğer eserleri gibi “Elveda Gülsarı” da protest bir eserdir. Bunu, şu cümlede bile görmek mümkündür: “Boş sözlerden, yerine getirilemeyecek vaatlerden ibaret kalmıştı her şey. Hiçbir mesele çözülmüyor, hiçbir işin neticesi alınamıyordu. Neden böyle olmuştu? Suç ve kusur kimdeydi.”Üstelik koskoca bir millet, bilinçli bir şekilde kültür emperyalizmine ve “mankurtlaşma”ya tabi tutulmuş, özünden ve değerlerinden koparılmıştır. Başta şair, yazar ve aydınlar olmak üzere, az da olsa muhalefet etme ihtimali olanlar, ölümle veya Sibirya’ya sürgünle cezalandırılmıştır. Konuyla ilgili nice çarpıcı gerçeğin “Sibirya Ekspresi” adlı eserde bulunabileceğini söylemeliyim.
Aytmatov, “Eğer yaptığın işi seviyorsan, meyvesini de alıyorsan nasırların önemi yok.” der. O, gerçekten de yaptığı işten memnundur ve meyvesini fazlasıyla almıştır. Pek çok saygın ödülle birlikte, yerelden evrensele ulaşarak ‘insanı yakalama başarısı’nı elde etmiş ve her yazar ve şaire nasip olmayacak büyük bir armağana, neredeyse bütün dünya dillerine çevrilme başarısına erişmiştir. Daha da önemlisi o, milletinin övüncü haline gelmiştir. Kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verilmemesi, Nobel’in siyasi ve tartışmalı bir ödül olduğunun ispatı gibidir.
Sözü, eserden, çağrışımlı bir alıntıyla bitirelim: “Ay doğdu, şavkı dağlara vurdu ve sonra kendi hâlesinin ortasında gökyüzüne asılıp kaldı. Bir yıldız sessizce kayarak kayboldu.”
Hoş geldin Turgay Bayburt.
Gülsarı sanırım Aytmatov külliyatından okuduğum ilk kitaptı. Otuz yıl kadar önce Kadıköy’de bir sokak sahafından almıştım. Adı da “Kopar Zincirini Gülsarı” gibi bir şeydi sanırım.
“Yitikler ağıdı” iyi bir tanımlama olmuş. Edebiyatın belki yarısı yitikler ağıdıdır desem abartmış olur muyum acaba?
Merhaba Hikmet Dostum. Haklısınız, edebiyatın çoğu Yitikler ağıdıdır. “kopar zincirlerini gülsarı” da romanın alegorik tarafına doğrudan bir gönderme sanırım. Yani “ey esaret altına girmiş Türkistan, kopar zincirlerini” mealinde Tahir Alangu tasarrufu
Turgay Bayburt’u bir kaç haftadan sonra yeniden okuma imkanı bulmak çok hoş, seçkin bir kütüphane inşa ediyor bizler için. Acaba rica etsek biz okurlarını çok bekletmeyebilir mi 💐
Taner bey, güzel insan, evde veya kütüphanede ucu açık zamanlar içinde okumayı, önceden okuduklarımı gözden geçirerek notlar çıkarmayı ve onları rahat bir zihinle yazmayı ne çok isterim. Bu yazıları işgal altında karalıyorum. Beğendiğiniz için teşekkür ederim