Güzide Şen

Safir Mavi Bir Duman

Okuma süresi: 4 dakika

Bilmediğim bir sokağa saptım. Titrek ışıklı bir lambanın altında durup, başımı göğe kaldırdım. Hava çoktan kararmış, ay gökten daha kara bulutların altında gizlenmişti. Yağmura aşinalığım ne zamandan kalmaydı? Her yağmura böyle tanıdık gözüyle bakar mıydım yoksa sadece bu mevsimde yağana mıydı bu? Bu mevsimde ve böylesine? Sıralanmış, ahşap evlere baktım ardından bir bir; bacalarında tüten duman, çocukluğumun hangi evlerindendi? Üstünde miydi sobanın, incecik çığlığıyla çaydanlık? Yine aynı sobanın önüne bir çocuk oturmuş ve seyrediyor muydu içinde yanan odunları? Odunların çıtırtısını duyup gülümsüyordu da?
Ahşap evlerin bacalarında tüten duman, şimdi ne de uzaktı. Camlardan sızan kandil ışıkları da öyle. O ışıklarda büyüdükçe büyüyen gölgeler… Gölgelerle anlatılan öyküler ve benim o öyküler arasından en gölgede kalmış olana tutuluşum…


Perdesi aralandı sokağın en köşesindeki evin üst kat penceresinin. Karanlığın içinden bir el yavaşça uzandı sokak lambasının aydınlığına. Avucunu çatılara doğrultup bekledi. Yağmura dokunmak için olmalı, biraz daha uzandı sonra. Şimdi, sormadan edemeyeceğim; bu küçük ve
her daim ürkek olduğunu bildiğim ellerin sahibi, sizinle tanışıklığımız ne zamandan kalmaydı? “Avuçlarınızda, ilk kez bir karın yumuşaklığını hissettiğinizde duyduğunuz hayreti hatırlamıyorsunuz değil mi?” dedim fısıltıyla. “Her daim bir dalgınlığa meze ettiğiniz tırnaklarınız, ilk kez ne zaman bir şarkıya ritim tuttular, hatırınızda mı?” O el, gerisin geri kayboldu karanlıkta. “Üzülmeyin, benim de değil.”


Başımı eğdim, kaldırımdan aşağı inerken. Ayağımın altından kayar gibi oldu yol. Yanımdaki duvara tutundum, pürüzlüydü. Bir müddet bekledim, yürüyecek hâlim kalmamıştı. Kaçıncı bilmediğim sokaktı bu, kim bilir. “Her şeyi unutur oldum bu günlerde,” dedim. “Evin yolunu bile…” Bu unutkanlık hâli hiç bugünkü kadar dokunmamıştı bana. Evet, günden güne unuttuklarımın sayısı artıyordu, farkındaydım bunun ama daha önce hiç yirmi yıldır yaşadığım evin yolunu unutmamıştım. Daha önce hiç yön duygumu bu kadar kaybetmemiş, kaşlarımı çatıp hangi yoldan yürümem gerektiği üzerine bu kadar düşünmemiştim. Daha önce hiç bu kadar bilmediğim sokağa ardınca sapmamıştım. Yahut sapmış ama onu da
unutmuştum. Küçük bir akvaryumdaki balıktan ne farkım vardı ki? Bu düşünce de çok dokundu sonraları. Nasıl bir histi bu? Unuttuğunu dahi unutacak olmak? Dokunduğu kesindi.


Olur ya; “şurama dokundu,” deriz bazen sol yanımızı gösterip. Şuramıza dokunan ellerimiz değildir ama muhakkak başka bir şeyin elleridir. Belki bir şarkının elleridir, belki de uzaklardan tüten bir dumanın… Belki de böyle yağmurlu bir gecede ansızın önümüze dikilen doğruların… Eller, diyorum, dokunuyor fütursuzca herkesten gizlediklerimize bile. Her işte
ellerin izi var diye belki de …


Ellerime dokundum, soğuktu.


Bilmediğim bir sokağa saptım yine, bildiğim bir yağmur yağıyordu geceye. Evleri geçtim uzaklı yakınlı, şarkılar mırıldandım hepsi de dokunaklı. Sokak lambaları çıktı karşıma, titrekti ışıkları.


İlkokul öğretmenimin elleri geldi gözümün önüne. Parmakları incecikti, tırnakları kırmızı. Öğretmenler gününde mavi bir yüzük almıştım ona. Safir mavisi… “Onun ellerine çok yakışır,” dediğimi hatırlıyorum bir milyoncunun kasasındaki adama. Ertesi gün verdiydim de hocam çok beğenmişti. Teşekkür edip takmıştı yüzüğü parmağına. Birkaç ders sonra, o tahtaya yazı yazarken ben parmağındaki yüzüğe bakıyordum gözümü kırpmadan. İçimdeki sevinçten kelebekler sorumluydu sanki. Yüzümde geçmek bilmeyen bir gülümseme… Ben, o yüzükteki maviye dalgın dalgın bakarken yüzüğün taşı koptu birden. O taş döne döne sıraların arasından, arkadaşlarımın bakışları arasından, çaresiz ve kendinden dahi habersiz çırpınan ellerimin arasından geçti de tam ayağımın dibinde durdu. Bir müddet hiç kıpırdamadan baktım, öyle. Eğilip alamıyordum taşı yerden. Almaya gücü yoktu ellerimin, neden bilmem; gücü yoktu. Öğretmenim geldi, eğildi, aldı taşı. “Pek sağlam değilmiş anlaşılan,” dedi. Çok dokundu bu söz bana. Bir daha öyle güzel gelmedi öğretmenimin elleri. O elleri ne zaman görsem, ayağımın dibinde safir mavi bir taş biterdi sanki. Şimdi düşünüyorum da bazı insanların yüzlerini görmekten ziyade ellerini görmek daha çok acı veriyor bana. Hep O Şarkı’ da her yüzün bir sesi var, diyordu. Her elin de bir sesi olmalı… Şimdi düşününce, her el ne çok şey anlatıyor aslında.


Neyse, geçelim bunları. Bilmediğim sokaklar çoğalıyor önümde. Hangisini diğerinden daha çok bilmiyorsam ona sapıyorum. Unuttukça inatlaşıyorum. Evlere bakmadan yürüyorum, kaldırıma çıkmıyorum, sokak lambalarının titreyişini görmezden gelirken şarkılar mırıldanıyorum; elbette dokunaklı şarkılar. Yağmur hızlanıyor, bir kedi çöp tenekesinin altında. Duraksıyorum, “hayır,” diyorum usulca. Ellerimi tekrar cebime yerleştiriyorum.


“Seni de peşime takıp sürükleyemem bu ıssızlığa.” Kedi, onunla konuştuğumdan habersiz.


“Bakma bana öyle!”


Onu yanıma alamam. Kendimi dahi zor taşıyorken, aklım sürekli uçup gidiyorken onu yanıma alamam. Koşar adım uzaklaşıyorum oradan. Bir kediyi ilk kez kucağıma alışım, hatırımda mı, diyorum kendi kendime. “Üzülmeyin benim de değil,” diyor biri. İki katlı bir evin dış kapısında durmuş küçük bir kız çocuğu bu. Çıkıyor karanlıktan, elini uzatıyor bana doğru. Bu el… Başımı kaldırıp göğe bakıyorum. Sonra evlere, evlerin çatılarına, tüten dumanlara, yanan kandillere… Geçip gittiğim sokak değil mi bu? Yağmura dokunan çocuğun evi, bu ev de. “Ellerin,” diyorum sokak lambalarından daha da titrek sesimle. “Üzülmeyin,” diyor bir adım daha yaklaşırken. “Benim de hatırımda değil.” Sağ cebime yöneliyor sağ eli. “Dokunma!” diyorum geri geri kaçarken. “Bana bu ellerle dokunma, sakın!” Neden böyle söylediğimi bilmiyorum. Sanki yabancılarla dolu bir kalabalıkta beliren bilindik bir yüzün sıcaklığı gibi geldiğinden bana elleri… Bu sıcaklığa da artık yabancı oluşumdan… Belki… Neden böyle söylediğimi bilmiyorum. Ne garip, her elin bir sesi var ama duymak mümkün değil hepsini.


Bileğimi kavrıyor, minik parmakları. Çıkarıyor cebimden elimi. Açıyor avucumu ve içine bir şey koyup yumuyor, yeniden. Gülümsüyor; gülüşü odun çıtırtılarını anımsatıyor bana. İnce çığlıklı çaydanlığı… Gerisin geri dönüyor karanlığına. Bir müddet bakıyorum yalnızca tahta
kapıya ve söylediğim şarkı dolanıyor dilime. Sonra sonra avucumu açıp bakmak geliyor aklıma. Açıyorum; avucumda safir mavi bir taş. Eller dokunuyor her kuytu gördükleri köşemize.


Bilmediğim bir sokağa saptım, bildiğim bir yağmur yağıyordu geceye. Evleri geçtim uzaklı yakınlı, şarkılar mırıldandım hepsi de dokunaklı. Sokak lambaları çıktı karşıma, titrekti ışıkları. Kandille aydınlanan odaların gölgelerinden biriydi sanki tüm bu olanlar. Ben; yine en gölgede kalanıydım; bir evin bacasından tüten dumanıydım.


Birkaç dakika sonra yağmur dinmiş, ben kendimi aşinası olduğum köhne bir sokağın ortasında buluvermiştim. Az önceki yağmurdan eser yoktu, bulutlar dağılmıştı, güneş doğmak üzereydi. Eve varmıştım. “Hava bile unuttu nasıl olması gerektiğini,” dedim elimdeki anahtar yere düşmeden hemen önce. Eğilip, kaldırdım anahtarlığı safir mavi taşından tutup. Hangisiydi evin anahtarı? Birkaç denemeden sonra kapıyı açabilmiştim. “Sahi, unutmak demişken, ne anlatıyordum ben?”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.