Bazı Balıklar Sığmaz İçime
“Büyük balık, küçük balığı özleye de bilirdi. Başka bir hikâye anlatmayı siz seçtiniz.”
Hangi duygu durumu içinde olduğumu biliyor muyum? Kaç kez soruyorum kendime nasıl olduğumu? Hatta kaç kez sahiden dönüp bakıyorum kendime, biri nasıl olduğumu sorduğunda? Ezbere cevaplar mı veriyorum, ezbere gittiğim yollar gibi? Evet, yeri gelmişken, dolambaçlı yollara sapmıyorum artık. Görünenin ardındakini aramayı bıraktım. Çoğu kez, kelimelerin sadece ilk anlamlarına itibar ediyorum. Üstelik git gide çekilmez biri olmaya başladım. Çekilmez ve korkak. İnsanların yüzlerine söyleyemediklerimi, arkalarından, aynalara söylüyorum. Sorunlarımı çözmek yerine onlardan kaçıyorum. Bir kitapta geçiyordu sanırım; iyi kavga edemiyorsan, iyi koşmalısın, diyordu. Kaçmak için. Ben koşmayı da beceremiyorum. Kişi, kendi gibi bilirmiş ya her şeyi, ondan mı çevremdeki her şeyi ve herkesi de çekilmez görüyorum?
Kötü hikâyeler anlatıyorum artık. Göğü kara bulutların kapladığı hikâyeler, karanlık odalar, nefret edildiği halde ezbere bilinen şarkılar, soğumuş yemekler, asla ısınmayan bedenler, her daim bulanık ve basık rüyalar, yanlış giden şeyler… Üstelik içimdeki hep aynı şeyin kavgası. Üstelik o kavgadan kalan yaralar da aynı. Ne diyordu şiirde, sakın söyleme.
Küçük bir kızken benden yaşça büyük kardeşimle türlü oyunlar oynardık. Ben onu hem sever hem de her şeyi ondan kıskanırdım. Doğum günü pastasındaki mumlarını, bayramda bana da aynısını verdikleri mendilini, bende daha yenisi olan bisikletini, kaydırmalı cep telefonunu, tek saplı okul çantasını, en çok da mavi gözlerini…yeşile çalan, o kocaman mavi gözlerini…
Küçük bir kızken, ona ait şeyler sadece mağlubiyet duygusu mu uyandırıyordu bende? Bunun cevabını asla tam olarak bilemeyeceğim. Öyle ki çocukluk beş bin gün sürermiş de biz onun sadece yaklaşık dört yüz saatini hatırlarmışız. Küçük bir kızken diye başladığım hiçbir cümlenin doğruluğuna itibar edilmemeli bu yüzden.
Kardeşime dair duyduğum vicdan sızlamaları yıllar geçtikçe arttı. Sızlamalar sancıya döndü, ayrılıklar sancıların şiddetini arttırdı.
Uzaklık insanı nasıl da yetiştiriyor.
Bana da hep aynı hikâyeyi anlattılar. Bana da güçlü olmak öğretildi bu zamana kadar. Ağladığımda hiç sevilmedim. Yorgunum demeye hakkım olmadığı fısıldandı kulağıma. Benden aha kötülerini düşünerek kendimi daha iyi hissedebileceğim söylendi, bunun ne kadar gaddarca olduğunu hiç düşünmedim, benden kötülerini düşündüm yalnızca ve iyi hissettim. Başkalarının yardımı olmadan ayakta kalmak gerektiği, her zaman yanımda birilerini bulamayacağımı unutmamam gerektiği anlatıldı.
Yoksa hayatın her köşesine, her çağına gizlenmiş büyük balıklar, beni de yerdi.
Bana da hep aynı hikâyeyi anlattılar. Sonra onlar gitti, ben anlattım kendime. Bir gün, bir kadın telefonda “ben artık güçlü olmak istemiyorum” diye bağırıncaya kadar.
O gün, belki de, dedim, dünyadaki en büyük balık, içimizdekidir.
Ve büyük balık, küçük balığı özleye de bilirdi.
Öldürmesini ona biz söyledik.
Dolambaçlı yollardan, mananın arkasından vazgeçip sonra ‘başka türlü olabilir miydi’ sorusuna gelen 0,5 uçla çizilmiş bir daire. ELine testere almak istesen de olmuyor, yine kalem tutuyor işte hem de en incesinden.
Elinize, kalbinize sağlık!