Mehmet N. Zarif

Barış ve Derin Sembolik Hareketler

Okuma süresi: 7 dakika

Nobelli yazarlar (2) Anatole France, Edebiyat, Nobel, 1921

Yazarın Nobel Konuşması: Cesur adamlar ve güzel kadınlar yetiştirmiş harikulade ülkenizi, hayatımın bu en önemli akşamında ziyaret etme fırsatını yakaladım. Edebiyat kariyerimi taçlandıran bu ödülü şükran duyguları içinde alıyorum. Soylu duygular taşıyan bir adamın anısına verilen bu ödülü almanın onurunu başka bir şeyle kıyaslamak mümkün değil. Daha evvel beni, Fransız Akademisi’nin bir üyesi olarak, Nobel Edebiyat Ödülü’nün hangi yazara verilebileceği konusunda fikir vermek üzere davet etmiştiniz. Bu sayede birkaç defa tercihinizi belirleme zevkini yaşadım. Örneğin göz kamaştıran bir üslubu, tam bir bağımsızlıkla birleştiren Maeterlinck’te durum buydu. Aynı şekilde adalet ve özgürlük âşığı olarak onayladığınız, iyi bir adam olarak kalmayı popüleritenin üzerinde tutan Romain Rolland’da da…

Sanıyorum ki, Norveç Parlamentosu’na verdiğiniz barış ödülünden bahsedersem haddimi aşmış olurum. Buna rağmen konuyu açıyorsam, bu, Parlamento’nun kararını onayladığımdandır… Bana kalırsa, Branting’i adalet tutkunu bir devlet adamı olduğu için onurlandırdınız. Çünkü insanlığın kaderi, böyle insanlar tarafından belirlenmeli! Savaşların en kötüsünü, bir barış anlaşması izledi. Fakat bu bir barış anlaşmasından çok, savaşın devamı gibiydi. Eğer sağduyu, kabinelerde kendine bir yer bulamazsa, Avrupa yok olacak. İnsan, Avrupa ülkelerinin birliğin ve ahengin zaferini yakalayacağını umamıyor belki ama sizin gibi cesur, adil ve sadık insanların etkisinde kaldığımdan, iyinin hiç değilse bazen, galip geleceğine inanmak istiyorum.

Resmi kayıtlarda belirtildiğine göre, konuşmayı takiben şunlar yaşandı: Anatole France, Kral’ın elinden ödülünü aldıktan sonra salondaki herkesi derinden etkileyen bir şey yaptı. France, kürsüye döndüğünde, kimya dalında ödül alan Profesör Walther Nernst’ın elini arkadaşça, uzun uzun sıktı. Ardından “klasik” diye nitelenebilecek bu Fransız adam ile büyük Alman bilim insanı, çok uzun zamandır düşman olan bu iki ülkenin vatandaşları, el sıkıştılar – derin, sembolik bir hareket. İzleyiciler yıllardır savaşan bu iki ülkenin nihayet barıştığını hissederek ikiliyi alkışladı.

(Çeviri: Nilhan Kalkan, Gökçe Gündüç)

***

Anatole France, 1844 Paris doğumlu. Klasik geleneğin öncü ismi, Fransız yazar. Edebiyatın her türünde imzası var. 1921 yılı Edebiyat Nobel’i ona verilir. 1924’te sanat ve târih şehri Fransa-Tours’ta hayata gözlerini yumar. Nobel’e uzandığında 77 yaşındadır Anatole France. Ödülle geç buluşan yazar, 3 yıl sonra 80 yaşında vedâ eder şol gölgeliğe. 

Çocukluk, ilk gençlik yılları… France kitaplarla çevrili bulur kendisini, zîra baba kitapçıdır. Günlerinin büyük bir kısmı kitaplarla geçer genç France’ın. Kitaplarla çepeçevre, okumaya aç ve meraklı bir genç… Kitap kokulu dar mekânlarda kitap kitap zenginleşen düşünce dünyası… Ardısıra, kolej sıraları… Stanislas Koleji’nde, kitap kitap örülen düşünce danyasına hümanist ışıklar serpilecektir. Böylesi bir cömertlikle buluşuverince, hayata esneklikle bakmayı da sanat haline getirecektir France. İnsanîlik, insan sevgisi, insana dolu dolu bakmak… Olgunluk, insan olmak, insan olarak kalabilmek…

Bütün bu hümanist etkiler, kitapçı dükkânı, kitaplar eşliğinde alınan yollar, France’ı yazarlığa hazırlayacaktır. Hayatını edebiyata bağlama isteği ve edebî bir gelecek tasavvuruyla hızlıca alınır mesâfeler. Ve durmaksızın yazı işçiliği, göznuru, yazma çabaları… İlk şiirlerinde klasik gelenekçiliğin parnasçı etkileri görülür. Bilindiği üzre parnasizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra romantizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır Fransa’da. Bu edebî görüşün şairleri, romantizmin aşırı duyguya salıcı ve iç dünyaya dönük tavrına karşı, dışta kalanı, dış dünyayı gerçekçi bir bakışla süzerler. Yine, parnasyenler kabullerinde daha çok görüneni dikkate almışlardır.

France, Stanislas Koleji’ndeki eğitiminden sonra yayıncı Alphonse Lenerre’in yanında işe koyulur. Bu iş, yayıncıyla birliktelik, edebiyat çevrelerine hemeninden taşır France’ı. Yazdıkları gecikmeksizin yayınlanır. Daha sonra, Fransız senatosunda kütüphâneci olarak çalışmaya başlar. Bu arada eleştirileri yayınlanır. Oyunlar kaleme gelir, parnassian etkili şiirler gün yüzüne çıkar. Muhâfazakâr günlük gazete Le Temps için edebiyat eleştirileri kaleme alır. 1896’da Fransız Akademisi’ne seçilir.

Bir dönemden sonra bireysel sorunlardan sıyrılmasını bilir ve toplum konularına eğilmeye başlar. Kent soyluları sertçe eleştirir. Sosyalist eğilimlere dair ipuçları ve bu dönemde kaleme gelen sosyal içerikli eserler… Siyâsî alanın yozluklarına, yanlışlarına karşı çıkar. Kimi kesimleri yok sayan yaklaşımları eleştirir. Fransız İhtilâli’nin seyri ve gelişimindeki bir takım çarpıklıkları, terslikleri ele alır. Siyâsî yozlukların ele alındığı ürünler verir bu evrede.

İçinde yaşattığı insan sevgisi, haklılık mücadeleleri, acılar karşısında derinliğine duygulu tutumu, dilindeki incelik ve olgunluk sebebiyle onu Voltaire geleneğine bağlayanlar olur Fransa’da. Edebî kişilik sağlam bir blokaj bulunca; içten, samimi, dürüst güçlü etkiler ortaya konunca Nobel de gelir bulur France’ı, 1921. Nobel’e uzandığı yıllar, bütünüyle kavgalı, gürültü yıllardır. Böylesi bir dönemde doğru bir ses olmuştur France. Bu gürültülü ortamda, bu içten sese kulak kesilen Nobel Akademisi, ödülü pek doğru bir adrese yollamıştır.

Ayrıca Fransız Akademisi’nin, Dreyfus’tan yana tavır alan tek üyesidir France. Meraklısının mâlûmu; casuslukla suçlanan Yüzbaşı Dreyfus 1895’te müebbet alır ve cezâsını çekmek üzere Şeytan Adası’na gönderilir. Yaşanan, bir linçtir esasında. Bilindiği üzre, Dreyfus’un Fransa’da yaygınlaşan Yahûdi düşmanlığının kurbanı olduğunu anlayan Emile Zola da davanın yeniden görülmesi için mücadelede bulunmuştur. Bu haklı girişim sonrası Zola da şeytanlaştırmaların kurbanı olmuş, cezâlandırılmıştır. Bu hoyratlığın ardından Emile Zola ülkesini terk etmek zorunda kalacaktır. Bu ayrılık, Dreyfus’a îtibarı iâde edilinceye kadar devam edecektir. Dreyfus lincine karşı çıkan yazarımız France da Zola’nın yanında yerini alacaktır.

France, pek çok eser kaleme alır. Türkçe’ye çevrilen, ülkemizde rağbet gören bir miktar eserini kitap sever dostlar için buraya alalım : Kırmızı Zambak, Meleklerin İsyanı, Sylvestre Bonnard’ın Suçu, Perde Arkası, Penguenler Adası, Lokaste, Tais, Mavi Sakal’ın Yedi Karısı, Ermiş Claire’nin Kuyusu, Kraliçe Pedague Kebapçısı, Dostumun Kitabı, Küçük  Pierre…

Anatole France, güzel sözler antolojilerine girmiş pek çok etkili sözün de sahibidir. Birkaçına bakmadan, buracığa bırakmadan geçmek olmaz elbet: Gelecek bizim daha ulaşmadığımız dev bir kıtadır.” “Hayal gerçeklikten güçlüdür, her şeyi canlandırabilir.” “İnsan gelecekte onu nelerin beklediğini bilseydi, hayatı çekilmez olurdu.” “Alçakgönüllülük kendi gerçek değerini anlamaktır.” “Yaşamak faaliyet göstermek demektir.” “Yol güzelse, nereye ulaştığının ne önemi var?”

Yazarın Nobel konuşmasını da süzelim şöyle aziz dost. Konuşmanın satırlarında biraz dolaşarak yazımızı öylelikle bütünleyelim, derim. İsveç, cesur adamlar ve güzel kadınlar yetiştiren ülkedir France’a göre. Kendisine sunulan bu güzel fırsat için memnûniyetini ifâde eder, şükran duygularını dile getirir. Bu ödülün soylu duygulara karşılık geldiğini, bu onurun başka şeylerle kıyaslanamacağını söyler. Önceki yıllarda bu ödülün jürisinde yer aldığını, dolayısıyla daha önce fikir verme ve tercih belirleme zevki yaşadığını da aktarır.

Nobel’in, büyük bir seçme zevkiyle çalıştığını dile getirir France. Göz kamaştırıcı üslûplarını bağımsızlıklarıyla birleştirebilenlerin, adâlet ve özgürlük âşıklarının, iyi bir adam olarak kalmayı, popüler olmanın üstünde tutabilenlerin ödüllendirildiğini söyler. Aynı yıl Norveç Parlamentosu’na verilen barış ödülüne değinen France, bu ödüllendirmeyi büyük bir mutlulukla karşıladığını ifâde eder. Hjalmar Branting’in (İsveç’te üç kez başbakanlık yapmıştır) adâlet tutkunu bir devlet adamı olduğu için onurlandırdığını ifâde eden Anatole, insanlığın kaderinin böylesi yöneticilerce belirlenmesinin öneminine vurgu yapar.

Öte yandan, büyük dünya savaşı ertesidir. Yazar, insanlık bir felâketten sıyrılma gayretindeyken,

yeni yıkımlarla ilgili endişelerini dile getirmeyi ihmal etmez. Sağduyunın, kabinelerin hâkim duygusu haline gelememesi durumunda, Avrupa’nın yok olacağını söyler. Avrupa ülkelerinin, birliğin ve âhengin zaferini yakalayacağını umduğunu ve bu umudunu da; cesur, âdil ve sâdık insanların etkisinde kalarak dile getirdiğini söyler. İyinin hiç değilse bazen, galip geleceğine inanmak istediğini sözlerine ekler.

Ne acı ki, France endişelerinde haklı çıkar ve 19 yıl sonra, Avrupa’da ikinci bir savaş patlar, büyük felâketler, acılar yaşanır. Çatışmalar, tüm dünyayı etkisi altına alır, ateş her yanı sarar. Avrupa kıtası yok olma tehlikesiyle yüzleşir. Yaklaşık 20 milyon can kaybı yaşanır; 65 milyon insan, anlamsız didişmelerin, sen ben, biz siz mânâsızlığının kurbanı olur. Sağduyu, iyilik, insan sevgisinin yokluğu ve permeperîşan bir dünya…

Söz kısa olmalı deyip, yer yer güzellemeler yaparken, lafı dolandırmak da ayrı bir aymazlık, farkındayım dostum. O halde kemerleri bağlayıp inişe geçelim, derim. İki dünya savaşıyla iyice hırpalanan Avrupalı, birlik fikriyle; ötekini yok sayan milliyetçiliğin, popülizmin köküne kibrit suyu dökme çabası içinde oldu. Aslında,  Avrupa kıtasında bir olma, ‘birlik’ oluşturma fikri 14. yüzyıldan îtibâren târihçileri, düşünce insanlarını, hukukçuları ve siyâset erbabını epeyce meşgul ededurmuştur. Aydınlar, fikir adamları, entelektüeller, birleşme fikrini yoğurup durmuş, bu fikir etrafında, ehil olanlar yazıp çizmiş, dil dökmüştür. 1. Dünya Savaş’ı sonrası Avrupa birliği düşüncesi çeşitli çevrelerde ele alınmış, ancak pek mesâfe alınamamıştır. 2. Dünya Savaşı gibi daha kanlı bir felâket yaşanınca, Avrupalı bu birliğin somut adımlarını atmaya iyice niyetlenmiştir.

1940’lı yılların sonundan îtibâren bir takım siyâsî ve ekonomik temelli bir araya gelişler yaşanmış, bu buluşmalar Avrupa Birliği fikrine hizmet etmiştir. Nihâyet, Avrupa Birliği Maastricht Antlaşması’yla temellendirilmiş, antlaşma  Şubat 1992’de üyelerce imza altına alınmıştır. Yürürlüğe girmesi, nihâî uzlaşmalara varılması çokça zorlu olmuştur elbette. İngiltere ve Danimarka’nın ortak para birimi (ECU) ile ilgili endişeleri ve Danimarkalılar’ın antlaşmayı halk oyuna sunmaları süreci uzatmış, 1 Kasım  1993’te Avrupa Birliği (AB) resmen kurulmuştur.

Târih boyunca belâlı ve zorlu merhalelerden geçip 21. yüzyıla ulaşan Avrupalı, 2016 yılında İngilizler’in kritik halk oylaması ile (Brexit) türbülans yaşadı kuşkusuz. Lâkin fikrî kökenleri yüzyıllar öncesine dayanan birliğin, özellikle yeni nesil Avrupalı’nın umudu olmaya devam ettiği muhakkak. Bu yazı kaleme alınırken iyi bir haber ulaştı birlik umutlarını canlı tutanlara: “İskoçya Özerk Yönetimi Başbakanı ve İskoç Ulusal Partisi (SNP) lideri Nicola Sturgeon, Mayıs ayındaki İskoç Parlamentosu seçimlerinde partisinin çoğunluğu elde etmesi durumunda, Birleşik Krallık hükümetinin rızası olup olmamasına bakmaksızın bağımsızlık referandumu düzenleyeceğini söyledi. SNP, İskoçya’nın bağımsızlık planları için atılacak adımların belirlendiği 11 maddelik ‘yok haritasını’ açıkladı. (T24) Anlaşılan şu ki, AB’dan yana olan İskoç halkı, Birleşik Krallık’tan ayrılıp, Birliğe yol bulma arayışında…

Biz de Anatole France gibi umutlanıp, dileklenebiliriz dostlar. İsteyelim, dileyelim elbette ki. İsteme duygusu bahşeden, verir bilâşüphe. Anatole, 1921’in kopkoyu, kapkaranlık ortamında ve dahi 77 yaşında umutlarını tâze tutabildiyse, bizler de; güzellik, doğruluk, iyilik ve erdem yolunda umutlar besleyip, bir ve bütün yarınları tez elden kucaklayabiliriz. France ve zihni aydınlık, insan sevgisiyle coşkun nice aydın, barışlar arzuladı; birlikler, beraberlikler, bütünleşmeler diledi. Güvenle soluklanacağımız, güzel, huzurlu yarınlarımız olsun aziz dost, vessalam…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *