Turgay Bayburt

Bozulan Tılsım: Tatar Çölü

Okuma süresi: 4 dakika

Çocukken zamanın çarçabuk geçmesini isteriz lakin bir türlü geçmek bilmez. Çünkü ne yapılacak bir işimiz vardır ne de sorumluluklarımız. Öğrenmekten ve oynamaktan, avunmaktan ve avutulmaktan başka bir uğraşımız yoktur. Öyle olunca, ha bire geleceğe dair hayaller kurarız, ha bire hayaller… Bir an önce büyümek, bir an önce adam hesabına konulmak isteriz. Kendimiz olmak, başarılara ulaşmak, sevdiklerimiz için, insanlık için faydalı bir şeyler ortaya koymak… Ama yine de zaman geçmek bilmez.

Çocukken “Saatler asır” olsa da, ne zaman gençliğe geçtiğini fark etmez insan. Çocukla genç arası bir bocalama zamanından sonra gençliğe, o, özlemle beklenilen zamana erişilir. El bebek gül bebek zamanlar geride kalmıştır, sorumluluklar iyiden iyiye kendini hissettirir. Önümüze hedefler konulmuştur ya da kendi hedeflerimiz vardır. Dünyanın bütün imkânları bizi bekliyordur. Çalışılmalıdır, bıkmadan usanmadan çalışılmalıdır. Gelecek zamanın rahatlığı ve huzuru biraz da buna bağlıdır. Sermaye olarak tükenmez bir enerji bahşedilmiştir. Yükte hafif, pahada ağır kıymetler kazanma dönemidir. Çalışmak zordur ama ne kadar çaba gösterilse boşa gitmez emekler; mutlaka sahibine bir kazanım olarak geri döner

Çalışmakla ve didinmekle doldurulan günler çabuk geçer. Çoğu zaman, bir işten ötekine koştururken vaktin yetmezliğinden şikâyet edilmesi bundandır. Yorgunluklar, tıpkı bir nehir gibi kendi tadını bıraka bıraka akar gider. Ömrün dönüşüm günleri de öyle. Derler ki,“İnsanı değiştiren üç şey vardır: Askerlik (veya okumak), göreve başlamak ve evlilik.” Ne derece doğrudur tartışılır fakat biraz düşünülürse hakikat payı vardır. Üstelik hepsiyle de gençlikte karşılaşılır. Gençlik değişimler ve dönüşümler zamanı, bir kendini ispat, bir çepeçevre kurumsallaşma çağı. Her insanın bir şekilde yaşadığı…

Lakin bu çağ da biter, fark etmek biraz güç olsa da. Birden bire yaşlılığa geçiş yoktur çünkü. Gücün kuvvetin zindeliği yavaş yavaş azalır. Hayatın hayhuyu insana kendini unutturur. Ve bir an gelir, bir kırılma eşiğinde, değişmeyen veya insanlar için tekrar tekrar yaşanan bir gerçek gözler önüne seriliverir. Şairin dediği gibi: “Bu defa farkına vardım ki/ ihtiyarlamışım/ Hayatı bir camın ardında gösteren/ tılsım/ Bozulmuş, anlıyorum, çıktığım/ seyahatte./ Cihan ve ben değiliz artık eski halette.” dedirir.

Bu uzun giriş, İtalyan yazar Dino Buzzati’nin “Tatar Çölü” içindi. Yayınlandıktan sonra hayli beğenilen ve başka dillere de çevrilmeye başlayan kitabı okurken, “Acaba bu eseri böyle önemli kılan ne?” diye sorgulamadan edemedim. Epey bir okumadan sonra da sorumun cevabını nihayet buldum. Yazar da, sözü, söyleyeceği şeylere getirinceye kadar epey yığınak yapmış benim gibi. Hatta 192. sayfaya kadar. Neredeyse kitabın üçte ikisi demek bu. Sonra hiç açık etmeden, asıl söyleyeceklerini sızdırmış cümlelere. O uzun giriş bir zaruret imiş meğer. Tıpkı “Karamazov Kardeşler”in ya da “Gün Olur Asra Bedel”in ve hatta nice romanın uzun girişleri gibi.

Kitap, asker kahramanı Giovanni Drogo’un, ilk görev yeri olan, Tatar Çölü sınırındaki Bastiani Kalesi’ne yolculuğuyla başlar. Drogo, görevinin askerlik olması sebebiyle, insanı değiştiren üç aşamanın ikisini birden ve iç içe yaşar. Hem ömür boyu sürecek askerliğe hem de göreve başlamıştır çünkü. Çiçeği burnunda bir teğmendir. Şehirden ve medeni imkanlardan uzak olan ve neredeyse bir hapishaneye benzeyen görev yerine biraz da gönülsüzce gidiyordur. Fakat istediği zaman tayin edilme durumu söz konusudur, bunun için diretmez.

Aylar, yıllar su olur akar. Kuzeyden gelecek bir düşman beklentisi ve yapılacak savaştan elde edilecek bir kahramanlık payesi, kalede görev yapan her komutan gibi onu da sürekli ümitlendirmektedir. Rütbesi yükselir yükselmesine de ömür de yerinde durmaz. Cahit Sıtkı’nın “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var/ Benim mi Allahım bu çizgili yüz?” mısraı ya da Yahya Kemal’in yukarda zikredilen mısraları Giovanni Drogo’da cisimleşir. Buzzati, kahramanına ve onunla benzer hâleti yaşayan okurlarına “Cihan ve ben değiliz artık eski halette.” dedirir.

Mesajların inceden yedirilmeye başlandığı o sayfadan sonra okurda farklı bir pencere açılır. Gençliğin, tıpkı, dalda neşeyle salınan yeşil yaprağın sonbahara çıkması gibi, orta yaşa inkılâbının fotoğrafıdır aslında. Yazar bir yerde şöyle der: “Zaman çok çabuk geçmiş, ruhu yaşlanmaya vakit bulamamıştı.” Anlatılan, “Yaş Türküsü”ndeki gibi, ömrün basamakları değildir belki; ama “Merdiven” şiirindeki ruh hâletidir daha çok. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak/ ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.” Sanki, Haşim de, roman kahramanı Giovanni Drogo için söylemiştir mısralarını.  “Sular sarardı yüzün perde perde solmakta/ kızıl havaları seyret ki akşam olmakta”

Yazar, hayatın detaylarına dair güçlü tespitlerde bulunarak, kahramanı üzerine şöyle bir cümle kurar: “Bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” Çünkü tatil için evine her dönüşünde, o, hatıralarla yüklü şehirden ve evden bir şeylerin eksildiğini görüyor. Mesela annesinin, kardeşlerinin ve tabii ki de sevdiğinin. Ve şu cümleyi kuruyor: “Dünyada yapayalnızdı ve onu kendinden başka sevecek kimse yoktu.” Bekârdır, geride bıraktığı şehir kadar arkadaşları da  yabancılaşmıştır. Görev için memleketin bir başka şehrine veya herhangi bir sebeple yurtdışına giden insanların yılda bir sılaya döndüğünde karşılaştığı gibi…

Bu anlamlı kitabın, tam da kendimle özdeşim kuracağım bir çağda sürpriz bir şekilde hediye edilmesi, kaderin garip bir cilvesi oldu bana. Şayet kırkından önce elime geçseydi aynı tesiri belki göstermeyebilirdi. Çünkü okuduğumuz şiirler veya kitaplar, kendisiyle bütünleşeceğimiz veya onu bütünüyle sindireceğimiz bir zamanı bekler. O zaman yakalanamadığında aslında bir anlam ifade etmezler. Hatta boşa giderler. Okurların merakını daha fazla öldürmemek veya kitabın boşa gitmesini önlemek için bu kadarıyla yetinilebilir. Olmaz ya, yine de bir cümleyle özetlemek gerekirse, Gülten Akın’ın bir romanı çağrıştıran sözü, sanırım yeterlidir bunun için: “Sonra işte yaşlandım.”

3 thoughts on “Bozulan Tılsım: Tatar Çölü

  • Anonim

    çok güzel olmuş, insanda kitabı okuma isteği uyandırıyor, ki ben okudum, yazının güzelliğini buradan anlıyorum. ve yazar bize bir Türk şiirinden seçmeler sunuyor, bu da ayrıca kitap yazılarındaki donukluğu ve kuruluğu gideren bir şey.. hep yazın, okuyalım ☺️👍

    Yanıtla
  • Hikmet

    O kadar beklemek, sonra geri dönüp baktığında bir ömr-i heder görmek. Ömür boyu kahraman ileri baktı ve bir çöl gördü. Sonra ömrüne baktı ve bir çöl daha gördü. İleri bakarken görmeyi umduğu ama göremediği şeyi tam görecek gibi olurken gerisin geri, kendi heder olmuş ömür çölüne sürüldü bu sefer.
    Ellerine sağlık. İyi bir yazı.

    Yanıtla
  • Fedon

    ‘Okudugumuz kitaplar, kendisiyle butunlesecegimiz veya onu butunuyle sindirecegimiz zamani beklerler” ya da zamanini tutturmus kitaplar insan ruhuna unutulmaz ziyafetler sunar. Elinize saglik

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *