Fotoğraflar Hüzün
“Fotoğrafımı çekebilirsin ama çektiklerimi çekemezsin”
Mardinli İhtiyar Ayakkabı Boyacısı
Her şeyi büyük bir iştahla kaydediyoruz; sesleri, suretleri, görüntüleri. O unutan ve yanıltan hafızaya iyi bir emanetçi gözüyle bakmıyoruz anlaşılan. Bu sebepten olsa gerek, fotoğraf makineleri, videolar ve kayıt cihazları düşmüyor elimizden. Yaşadığımız anı yok oluştan kurtarmak, hatırladıkça dönüp dönüp bakmak ve de eş dostla paylaşıp mutlu olmak için çoğaltıp duruyoruz kendimizi. Dosyalar dolusu suret ve görüntü birikiyor arşivimizde. Acaba diyorum, yorgunluğumuzun, sıkıntımızın sebebi, orda burda bıraktığımız suretlerimiz midir? Öyle ya, bunca bölünmüş ve dağılmış bir beden, yorulmaz da ne yapar.
Öte yandan, şahsi tarihimizi oluşturma ve geçiciliğin yankısıyla bizden sonra gelenlere bir iz, bir hatıra bırakma kaygımız da yok değil. Unutulmak istemiyoruz doğrusu. Unutulmak en korkunç uçurumdur insana. Bir de fotoğraf çektirmeler, sanki önemli kılıyordur bizi. Patlayan flaşlar karşısında, kısa süreliğine de olsa yıldızlaşıyoruz, öyle ya. Askerlikte, düğünde, aile ve dost meclisinde ve illa ki vesikalık için fotoğrafçıda dünyanın merkezi oluyoruzdur. En güzel pozumuzu vermeye çalışırken, ta çocukluğa uzanan, kim bilir kaç fotoğrafın süreği vardır zihnimizde. Hangi hane büyüğü, hangi sanatçıdır duruşumuza, bakışımıza yön veren, bilmeyiz. Her poz, bir mirastır sonraya bırakılan.
Ve her poz, nedense, mutlaka bir gülüşle nakışlanır. Ah! O gülüşler yok mu? Hemen hepsi, mutlu bir anın tanığı gibidir. Nerede olursa olsun, albümleri, vitrinleri sarıp sarmalayan o gülen yüzler, dünyada hiçbir derdin kalmadığı intibaını verir. Bu sebeple, fotoğraflar en mutlu ve en kalabalık ailedir. Ne var ki durum hiç de göründüğü gibi değil. Ya fotoğrafçının tasarladığı sunî bir gülüştür yakalanan ya da mutlu mesut görünmenin cazibesiyle tercih edilen bir an. Şayet, ‘her şeye rağmen tebessüm’ ilkesiyle ve ‘mutluluk yayılsın’ inancıyla gülünüyorsa buna bir şey söylenemez. Ama bu durumda bile, o karelerle her karşılaşmanın bedeli hüzün olacaktır.
Gülmeyen pozlar yok mu peki? Onlara da rastlamak mümkün elbet. Kimi, hülyaya dalmış gibi bulutsu; kimi, tarihe not düşer gibi vakur; kimi de beni en güzel halimle hatırlayın der gibi coşkun pozlar. Lakin ‘Ben varım; farkında mısınız? Yitip gitmeden önce kalıcılığın yolunu buldum işte. Görün ki, beğenilmek istiyorum. Bu şekilde kalmam, biliyorsunuz.’ diyenler de az değildir. Bir tecelli aynası olarak, bilinmek herkesin arzusu. Fark edilmenin ve bilinmenin en kestirme yolu kılınmış suretlerimiz. Bundandır, poz verirken özene bezene titizlenişimiz. Bundandır, yaş arttıkça bir daha bakamayışımız onlara.
Gün geçtikçe hüznümüzdür fotoğraflar. Birer kordur azar azar biriktirdiğimiz. Kabul görme ve reddedilme sebebimizdir; iyi, kötü. Ve öyle olmadığını bile bile, bütün “ben”imizi tenimize yükleyişimizin belgesidir. Şimdilerde, duvar ve albümlerden kurtarıp elektronik sayfalara taşıdığımız kimliğimizdir; eksik. Her ne kadar, İbrahim Hakkı Erzurumî “Marifetname”sinde suretleri ince elek okusa da; acımız, ağrımız, kaygımız görünmüyor karelerde. Hani sevgimiz, merhametimiz, cömertliğimiz; hatamız, kusurumuz, zaafımız nerede? Yok. Resimlerdeki biz, asıl biz değiliz. Hiçbir suret, aslı gibi değildir bunun için. Bunun için, fotoğraflar yalnızca suskun bir tecellidir kâğıtlarda. Fotoğraf makineleri, telefonlar, fotoğrafımızı çekse de çektiklerimizi çekemiyor, çekemeyecek. Malum, böyle bir imkân yok dilden başka.
Biliyorum, ömrümüz oldukça bir kareye hapsolmaktan kaçamayacağız. Sonradan ağlamak üzere ne çok resim çektirdik, çektireceğiz bilinmez. Şu var ki, zaman ilerledikçe dünyada olmanın hüznü çoğalıyor. Yanımızda yöremizde bir memleket gibi dolaşan akrabalar, arkadaşlar fotoğraf oluyor bir bir. Baktıkça hüzne karıyor içimiz. Genzimiz o bildik hisle sızlıyor. Git git, birer gözyaşına dönüyor resimlerimiz. Bir makinenin karşısında poz vermek, bir video kaydında yer almak ve karelerden birilerinin eksilip durması, inceden titretiyor kalbi. Farkında mısınız?