Mandalinadan Çıktım Yola
Kızılcıklar olmuştu, selelere dolmuştu. Mandalina mevsimiydi artık. Dışarıyı güz güneşi sarartıyor, pencereden sığırcık sürüsü geçiyor, ben ders anlatıyordum. Şaşırmayın canım, yazarınız öğretmendi bir zamanlar… Sınıfa usul usul mütevazı bir narenciye kokusu dolmaya başladı. Doldu, doldu ve kimini alıp deniz kenarına götürdü; pazarın ortasına, sobanın başına, babaanne kucağına kimini de…
Dersi bölmeye gönüllü olup evvela kokunun izini süre süre kaynağını buldum. Öğrencimin yanakları al al oldu. “Yalnız mı yiyecektin bunu?” dedim. Lâtife yaptığımı anladı. “Olur mu hocam, size ikram edecektim.”
Ancak yazarınızın bütün sınıfın karşısında onu hapır hupur yiyecek kadar görgüsüz olmadığını bilirsiniz. Elinde soyulmuş tek top mandalinayla kalakaldığını gören birkaç öğrenci daha şevklenip çantalarındaki mandalinaları soymaya başladılar. Az sonra altı yedi tane mandalinayı otuz iki kişilik sınıfa dilim dilim pay edildi. Benim payıma da bir veya iki dilim düşmüştü. İlerleyen günlerde dersin ortasında mandalina soyup üleştirmek gelenek haline gelmiş, diğer sınıflara da yayılmıştı. Devam edemedik sonra, gül bahçemize hançerle daldılar, mandalinalar öksüz kaldı…
Üstünden biraz zaman geçti. Kızılcıklar yine oldu, selelere yine doldu. Mandalina mevsimlerinin biri gitti öbürü başladı. Pazardan poşet poşet mandalinayla dönüyorduk. Onca tezgâh gezip gözümüz onca nimete gark olduktan sonra kendimizi evden içeri attığımızda yolda tırtıklamaya başladığımız poşetlerden biri tükenmiş oluyordu. Hiç usandırmadı kendisini bizden. Görmesi, dokunması, koklaması, soyması ve illaki sulu sulu yemesi, ağzımızın içinde fıskiyeler gibi patlaması…
Bir doktorun hasta muayene edişi gibi, önce parmak uçlarımızla hafif hafif dürtükleyerek muayene etmeliymişiz onu. Normalde kabuğu ince ve çekirdeksiz olanı makbulmüş amma, sulu ise kalın kabuklusu da çekirdeklisi de kabulmüş.
Soyarken kabuğundan fışkıran suyun tırnak aralarına girmesine henüz bir çare bulunduğunu duymadım. Mecburen ellerimizi bir parça onun rengine boyayacağız, kokusu parmak uçlarımıza sinecek. Bendeniz soyma faslına geçmeden evvel burnuma götürüp koklarım. O gözenekli kabuklarını çimdikleyerek kokusunu iyice salmasını severim.
O kokuyu tarif etmekten Selim Güleç bile acizdir inanın. Yeni doğmuş bebek gibi mi dese, taze açmış çiçek, fırından henüz çıkmış ekmek mi bilemez. Yoksa yağmur sonrası toprak, iftar öncesi su mu… Yok yok, o bunların hiçbirine benzemez. Sadece kendisi gibi kokar; canlı, taze, diri ve dingin… Koklama faslından sonra sıra soymaya gelir. Alttan mı üstten mi soyulur tartışmasına gerek var mı bilmem ama kibar davranmazsak midemize gitmesi gereken sıvının üstümüze başımıza pörtlemesi muhtemeldir. Kabuklarını sobanın üstüne atıp odayı dolduracak o enfes rayihayı koklamak benim kuşağıma nasip oldu. Ona yetişemeyenler talihlerine yanmadan önce kabuğuyla isimlerinin azından baş harflerini yazmaya çalışsınlar bana kalırsa. İçlerinden belki bir sanatçı çıkar. Ben bunu yapan biriyle tanıştım. Mandalinaları ince ince soyup kabuklarına şekil veriyor, onları eğiriyor, kıvırıyor, büküyor. Sonunda kurutup çerçeveletiyor, kimilerini kermeslerde satışa sunuyor. Mandalinanın kabuğuyla reçel, esans ve kolonya yapanlar; onu rendeleyip pilava karıştıranlar, tatlıların şerbetine ekleyenler, pastaların üzerini süsleyenler diye uzayıp gider liste. Kimileri de kukla oynatır ona! Parmağına takıp kavuklu bir Osmanlı padişahına, Hoca Nasreddin’e, Keloğlan’a, Pinokyo’ya benzetip eğlenceli işler yaptırırlar ona. Ve daha neler, neler.
Ama, ama şimdilerde mandalinayla aramızdaki bu münasebetlerin azaldığını üzülerek görüyorum. Geçenlerde çalıştığımız yerde öğle yemeği için azıklarımızı çıkarmıştık. İş arkadaşım dört beş gündür yanında bir kendisine bir de bana mandalina getiriyordu fakat havalar sıcak gittiği, karnımızı da tıka basa doldurduğumuz için onlara dönüp bakmıyorduk. İşte o gün, bu sefer yiyelim şunları dedik, mevsimin ilk mandalinaları.
Hiç nazlanmadı. Öyledir, nazlanmaz o. Kendisine portakal yavrusu yahut atanamamış portakal muamelesi yapanlara da, tezgâhlara düşmeden aramayanlara da kırılmaz. Köşesinde öylece bekler çağırılmayı. Vakit erişince gönüllere kurulacağından emin bir hali vardır. Zaten bir geldi mi; kırk yıllık ahbap gibi, çocukluk arkadaşı gibi gelir. Suyun zemzem hali gibi meyvelerin zemzemidir o, yersin yersin de kanamazsın. Hem boş geldiği hiç görülmez. Elini kolunu cümle hoş hatıralarla doldurup öyle gelir.
O gün de bir anda dünyasını çoğaltıvermiş, heyecanlandırmıştı şu yazarınızı. Ne yazık ki avcuna alıp karnını yoklamasıyla kadidinin çıkmış olduğunu, bir deri bir kemik kaldığını anlayıvermişti. Susuz bir lif yumağı olduğu kuşkusuzdu. Gönülsüzce burnuna götürdü. Çimdikleyip suyunu fışkırttı. Üşengeç bir iki damla yanaklarına çiseledi. Gram kokusu yoktu. Tırnağını etine iyice geçirip soydu, kabuğunu çöpe fırlattı. Yüzü ekşidi yazarınızın, suratı düştü, keyfi kaçtı…
Gelin görün ki arkadaşı bunların hiçbirine aldırmadan o iskelet gibi mandalinayı başparmağıyla ikiye bölüp iki lokmada yuttu. “Nasıl” dedi, “kokusu, lezzeti?” Omuzlarını kaldırdı; “Ne bileyim, yedim işte.”
Şaştım kaldım, böyle de yenilebiliyormuş demek! Kalın fırçalar kullanarak da yaşanabiliyormuş hayat. Oysa ben, her ne kadar dışarıdan öyle görünmesem de, Gülten Akın’ın sözünü ettiği gibi,“durup ince şeyleri anlamaya” çalışıyorum. Günlerimi “iterek genişletmek” değil.
Bunu bu çağda başarmanın zorluğuyla bir kere daha yüzleştim orada. Herkesler koşuşurken, ayakta kalma mücadelesi tam gaz devam ederken… Hayatımızdan mevsimlerin renkleri, meyvelerin kokuları, şekerlerin tatları, sazların ritimleri, şiirlerin kafiyeleri, çocukların sesleri çekilirken; yani tümü inceliklerin… Zormuş yavaşlaması, bir şey hakkında derinleşmesi. Zarifoğlu’nun dediği gibi; elinle, kendi elini tutmak gibi bir şeymiş, yan yana gidiyormuşsun gibi kendinle…
Her ne vakit bir inceliğe eğilecek olsan, Necatigil’in vitrin önündeki çocuğu gibi azarlanıyorsun. “Çekerler bir çocuğu vitrin önlerinde/ Esirgenir dilese birazcık oyalanmak/ – Önüne bak!”
O mandalina umduğum gibi çıksaydı, en azından sofra arkadaşım mandalinanın o haline hayıflanışıma ortak olsaydı, birazcık oyalanmayı esirgemeseydi; Mısır ve Sudan gibi bazı ülkelerde ona neden “yusufefendi” yahut “yusufçuk” dendiğini anlatacaktım. Ona anlatmadım, hevesim kaçtı. Ama size kısaca çıtlatayım erenler. Bizim bu mandalina Uzak Asya kökenliymiş, Çin ve/veya Japonya. Oralardan Kuzey Afrika’ya ilk olarak Yusuf Efendi adında bir tüccar götürmüş, o yüzdenmiş bu adlandırma.
Hevesim kaçmasaydı, muhtemelen çeşitlerinden de konuşurduk mandalinanın. “Bir dal incelik”ten, “bir simli gülüş”ten, “bir kardeş mavi”den söz açardık Şükrü Erbaş gibi. Bodrum mandalinasını konuşurduk örneğin. Onun bol çekirdekli, ince kabuklu, pek tatlı ve aromalı oluşunu. En iyilerinin Gümüşlük ve Bitez taraflarında yetiştiğini fısıldardım ona. Niğde Gazozuyla yarışabileceği ileri sürülen Bodrum Mandalin Gazozunu hiç içememiş oluşuma yerinirdim ve yaz boyu hiç mandalinli dondurma yemediğime…
Satsuma’nın aslında bir Japon şehri olduğunu henüz öğrenmemiştim o zaman. Fakat öğrenir öğrenmez duramaz, anlatırdım: Satsuma’nın kendine has mandalinasının Batum ve Karadeniz üzerinden Rize’ye bin dokuz yüzlerin başında getirildiğini ve bu yüzden ona Rize mandalinası da denildiğini. Kolay soyulduğunu, bol sulu ve çekirdeksiz olduğunu, kabuğu ile reçel yapıldığını, portakal reçeline bayıldığımı ama bunu hiç denemediğimi söylerdim. Bir göçmen Rizeli eliyle İzmir yakınlarındaki Gümüldür’e taşınınca Ege’ye de yayılıp Gümüldür mandalinası olarak da nam saldığını, Türkiye’de en çok yetiştirilen ve dışarıya en çok satılan mandalina türü olduğunu falan konuşurduk.
Konuşurduk da ne olurdu Selim Güleç! Bu “ince şeyleri” anlama, her şeyin yanına illa birkaç hikâye bulup buluşturma, illa çağrışım ve anımsayışlara kendini bırakma hevesi de neyin nesi? Sözü çoğaltmak, yaşamı lafa boğmak, birer “iğdiş incelik” üretmek değil mi bunların hepsi?
Değil tabi! “Anlamaya çalışmak” giriyor bir kere meselenin içine efendiler. Güzelin neden güzel, çirkinin neden çirkin olduğunu ancak inceliklere eğilince fark edebilir insan. O incelikler sayesinde inanca, bilime, sanata, tarihe, oyuna, eğlenceye, yaşamaya merak sarar. Yaşam sevinci yeşerir içinde, sevinç salkımları köpürür top top. Yeterince sabırlı olursa sonunda bir incelik avcısı olup çıkar ve en kaba şeylerde bile ince bir taraf bulabilir.
Yaşamın temposunu yavaşlatıyor ince şeyleri düşünmek, tabii hızına çekiyor onu. Çağın arsız dişlileri arasından alıp bir kenara oturtuyor onu. Mevsim geçişlerini, gün doğuşlarını, kuş seslerini, mandalina kokularını, insanın ihtiyaçlarını seçmeye başlıyor insan. İlgisi de algısı da açılıyor, genişliyor. Bir burnu, iki kulağı, gözleri ve elleri olduğunu görüyor adeta; fani zevklerin yanı sıra onlarla ne irfanî zevklere erebileceğini idrak ediyor kısmeti varsa, iradesi yeterse…
Ne demişti Zarifoğlu, “Bir incelik gösterin/ İncinmesin yüreğim”
Harika bir yazı olmuş …selim güleç … teşekkürler…