Ömür Erdem

Sırça Köşk

Okuma süresi: 4 dakika

41 yaşında, en verimli çağında, acı bir şekilde hayattan koparılan Sabahattin Ali’nin öykü kitaplarından biri ‘Sırça Köşk’. Aynı adlı masalsı bir öyküden alıyor adını kitap.

Bu kısa yaşamına üç büyük roman (Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna) iki şiir ve on öykü kitabı sığdırmıştı Sabahattin Ali. Eserlerini toplumsal gerçekçi çizgide kaleme alan yazar, bir taraftan memleketin çeşitli beldelerinde milletine öğretmen olarak hizmet ederken bir taraftan da eserlerinde, kabuk tutmuş yaralarımızı kaldırıp içindeki cerahatı gün yüzüne çıkardı.

Hikayelerinde halkın, ezilmişlerin, yoksulların, işçinin, köylünün, gariplerin, cezaevinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerin, işkence görenlerin haklarını alegorik bir dille savunma yolunu benimsedi. Açıktan ve siyasi propaganda tarzında bir savunma değildi bu yaptığı. Sadece memleketin bir fotoğrafını çekiyordu yazdığı öykülerle. Halkın kendi haklarından haberi olmasa da o; vicdanının sesiyle aydın namusunundan taviz vermeden, hayatının son anlarına kadar benzi soluk, yüreği kederli memleket insanını yazdı. Acılar, hüzünler, kahırlar öykülerinin her birinde sıra sıra diziliyordu sayfalara. Kapalı ve sembolik de olsa bu eleştirel anlatım dili, dönemin idaresinin hoşuna gitmedi elbet. Aydın, Konya, Sinop ve İstanbul’da hapis yaptı, herbirinde aylarca. Mahkeme mahkeme dolaştırıldı her yazdığı öykü sonrası. Sinop Cezaevi’nin kasvetli koğuşlarında yazdığı bazı şiirler yıllar sonra bestelenip dillere pelesenk olacaktır:

“Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma!
Ağladığın duyulmasın;
Aldırma gönül, aldırma!”

“Burada çiçekler açmıyor,
Kuşlar süzülüp uçmuyor,
Yıldızlar ışık saçmıyor;
Geçmiyor günler, geçmiyor!”

Bütün bu yaşananlar 1930-1948 yıllarında gerçekleşiyordu. O günkü şartlarda, yazdığı ve haftalık bir dergide yayımlanan bir öykünün kaç okuyucusu olabilirdi ki? Tek partinin, Cumhuriyeti kuran ve sol ideoloji üzerine yol yürüdüğünü dillendiren güçlü bir partinin hüküm sürdüğü bir dönemde, muhalif sesler o kadar cılız kalmış olmalı ki güçlü iktidar sahipleri tarafından Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi toplumsal gerçekçi şair ve yazarlar bile en büyük muhalif olarak görülmüş ve tehdit olarak algılanmıştı. Bir taraftan siyasi muktedirler bir taraftan milliyetçi-devletçi siyaset dışı güçler onu âdeta devlet düşmanı olarak damgalamışlardı. Birkaç arkadaşı ile yazarları hapiste olmadıkları zamanalarda çıkardıkları siyasi mizah dergisi defalarca toplatılmış, kapatılmıştı.

Duruma tersinden bakılınca sorunun ideoloji olmadığı da görülecektir açıkça. Güç ve iktidar sahipleri, her dönemde olduğu gibi, yanlışlarını, kusurlarını gösteren kimseden hazzetmemişlerdi aslolan. ‘Ağam, paşam!’ deyip birkaç övgü dizseydi Sabahattin Ali de, cülûs bahşişini kapıp bir köşk sahibi olabilirdi. Boğazın en nadide köşklerinden birinde kahvesini yudumlarken, uzun yıllar, ülkenin en çok satan gazetesindeki köşesi için iki oynatıverirdi kalemini. Yetiştiği muhit ve eğitim durumu itibariyle bu potansiyele sahipti. Ancak o vicdanlı kalp, halkının acılarına duyarsız kalmadı, bedeli çok ağır da olsa. Kese doldurmayı, makam mansıp sahibi olmayı düşünmedi. Onun tek suçu halkını sevmekti. Bu uğurda zindanı mesken tuttu:

‘Göklerde kartal gibiydim.

Kanatlarımdan vuruldum;

Mor çiçekli dal gibiydim,

Bahar vaktinde kırıldım.’

Sırça Köşk’ de Sabahattin Ali’nin, bir dergide yayımlandığında çok büyük gürültü koparan masalsı alegorik bir kısa hikayesi. Özetle şöyle anlatır yazar masalı: Tembel ve gittikleri hiçbir yerde barınamayan üç arkadaş, bir beldeye gelirler. Yolda gelirken kendilerini orada rahat ettirecek bir yol bulurlar.  Geldikleri şehirde dolaşıp, herkesin duyacağı şekilde “Bu ülkenin sırça köşkü nerede?” diye sorarlar. Sırça köşkün ne olduğunu halk merak eder. Üç tembel arkadaş, sırça köşksüz şehir olamayacağına onları inandırıp bir sırça köşk yaparlar. Köşkü gittikçe büyütürler. Sırça köşkün ihtiyaçları giderek artar, orada görev alanlar hazır yemeye alıştığından dolayı oradan ayrılmak istemez, dışarıda kalanlar da oraya girmeye çalışırlar. Sırça köşk giderek halka yük olmaya başlar. Halk, üç uyanık arkadaşa sorular sorar, bunlara uygun birer cevap alırlar. Sırça köşkün ihtiyaçları karşılanamadığında, sırça köşktekiler zora başvurur. Halkın yiyeceğini, içeceğini zorla alır, itiraz edenleri sırça köşkün bodrumuna kapatırlar. Halk bu beladan kurtulmaya çalışmaz, sırça köşkün adamları da köşkün hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğu düşüncesini yayarlar, safları inandırır, inanmayanları hile ve zorla sustururlar. Hikayenin sonunda, çok sağlam olduğuna inanılan sırça köşk halkın küçük bir müdahalesi ile tuz buz olur.

Bu hikayenin yayımlandığını haber alan devletlüler hemen harekete geçip dergiyi toplatırlar önce. Yayın yasağı getirirler ardından. Yazarına yine mahpus yolu görünmüştür.    

Kıymeti yaşarken anlaşılmayan yazar, vatan haini ilan edilmiştir yine.               

‘Öyle günler gördüm ki, aydın gökler kararıp              

Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu,              

Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp,              

Hayaller alev alev beynimi yakar oldu.’

1948’e gelindiğinde, defalarca hapse girip çıkan Sabahattin Ali pes etmişti artık. Pasaportuna da tahdit konulduğu için yasal olmayan yollardan, çok sevdiği ülkesini terkedecektir. Trakya’dan, Bulgaristan sınırından, bir arkadaşının yardımıyla ülkesini terk ediyorken 41 yaşında, en verimli çağında, katledilmişti. Cesedi aylar sonra sınır bölgesindeki bir çoban tarafından bulunan yazara bir mezar taşı bile çok görülmüştü.

‘Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildi.’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *