Semih Yılmaz

Türk Sinemasında Değişen Din Algısı

Okuma süresi: 4 dakika

Lumiere Kardeşlerin 1895 yılında yaptıkları ilk film gösterisinden ardından sinema, ertesi yıl Yıldız Sarayına gelmişti bile. Batıdaki gelişmelerin vatan topraklarına ne zahmetle yıllar sonra geldiği düşünüldüğünde sinemanın bize bu kadar hızlı ulaşması aslında alkışlanacak bir çabadır. Sultan Abdülhamit’in huzurunda yapılan ilk gösterimin ardından zamanla değişecek görüşün aksine dini çevreler sinemaya olumsuz yaklaşmamışlardı. Bunda elbette halifenin bu işe meşruiyet kazandırdığı izlenimini belirtmek gerekiyor.

Osmanlının ilk dönemlerinde özellikle Müslüman kadınların filmlerde rol almalarına sıcak bakılmaması, o dönemde sinema ve muhafazakar kesimin arasında çıkan ilk büyük tartışma olmuş ve bu durum 1903 yılında çıkarılan bir nizamnameyle çözülmeye çalışılmıştır. Nizamnameye göre filmlerin edep ve ahlaka uygun olmaları şart koşulmuştur.

İlk Türk filminin 1914’te çekilmesinin ardından sinema Türk toplum hayatına girmeye başlamıştı bile. Sinemanın yaygınlaşmasıyla birlikte muhafazakar kesimin sinemaya tepkisi de şekillendi. Aslında muhafazakarların tepkisi sanat dalı olarak sinemanın bizzat kendisine değil, filmlerin içeriğine ve inandıkları değerlerin aşağılanıp hor görülmesineydi.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ise özellikle Muhsin Ertuğrul’un yaptığı filmlerde yeni rejimi ve ideallerini yüceltmek için eskisinin kötülenmesi gereğinden yola çıkılarak filmler çekilmiş ve dini karakterler üçkağıtçı, ahlaksız, rüşvet alan, menfaati için vatan hainliği yapan, Kurtuluş Savaşına muhalif, olumsuz anti tipler olarak işlenmiştir.

Sonraki dönemde ise özellikle “Vurun Kahpeye” (1949) gibi filmlerde modernliğin sembolü Aliye Öğretmen olurken yobaz din adamı karakteri Hacı Fettah ise her türlü kötülüğün simgesine dönüştürülmüştür. Bu karakter sinemada öyle bir yer etmiştir ki yıllar boyu filmlerde işlenen din adamının adeta stereotipi haline gelmiştir.  Yılmaz Güney’in “Umut” (1970) filminde bile bu karakterden fazlasıyla izler bulmak mümkündür, bunun yanında Kemal Sunal ya da Şener Şen’in oynadığı pek çok filmde aynı din adamı karakterine biraz komedi sosu bulanmış haliyle rastlamak o yıllar için sıradandır.

Az da olsa olumlu din figürü sonraları görülmeye başlansa da filmlerde oynayan aktör ve aktrislerin oynadıkları karakterlere yakışmaması, bir namaz sahnesinde bile doğru dürüst namaz kılmayı bilmeyişleri, senaryolarda çok ciddi problemler olması gibi sebepler dindar seyircinin eleştirilerine yol açsa da sinemaya seyirci çekmeyi başarmıştır.

Yücel Çakmaklı’nın başını çektiği Milli Sinema döneminde ise milli ve manevi değerleri anlatan filmler çekilmeye başlanmış, Mesut Uçakan da dahil olmak üzere bu dönemde din ve maneviyat odaklı ama düşük bütçeli ve sanatsal nitelikleri standardın oldukça altında pek çok film çekilmiştir. Sinemaya oldukça mesafeli duran dindar kesim ise bu dönemde bu filmlere ilgi göstermeye başlamış ve sinemayı içselleştirme yolunda önemli adımlar atmıştır.

Dindarların sinemaya yönelmeleriyle birlikte ilk defa Osmanlı döneminde gündeme gelen bazı problemler yine günyüzüne çıkmıştır. Özellikle kadının sinemadaki işlevi, seyirciyi teşvik etmeden aşkın, uyuşturucunun, alkolün nasıl işleneceği, yaşantısıyla örnek olabilecek rol model oyuncu seçimi ve kaliteli senaryo ihtiyacı bu dönemin en çok tartışılan problemleridir.

Yakın zamanda ise siyasi ortam, halkın değişen profili, hükümet desteği ve sermayenin Beyaz Türklerden muhafazakarlara geçmeye başlaması gibi pek çok farklı sebepten sinema ve dizi sektörü hızlı bir değişim geçirmeye başladı. Eskiden sadece zengin evlerinde temizlikçi kadın rollerinde gördüğümüz üstün körü kapanmış baş örtülü kadınlar, çirkin ve biçimsiz sakallı üçkağıtçı, sahte dindar erkekler, şimdilerde ana karakterlere dönüşürken; tarikatlar, zikir sahneleri, şeyhler, müritler, camiler, tekkeler vazgeçilmez figürler halini aldı.

Özellikle Kızıl Goncalar, Kızılcık Şerbeti, İstanbul Ansiklopedisi, Ömer, Kübra gibi dizilerin yanında Selçuklu ve Osmanlının farklı dönem ve karakterlerini işleyen tarihi diziler de reyting rekorları kırmaya başlayınca bu sektöre ilgi iyice artmaya başladı. Yine de tüm bu ilgiye rağmen dindarların kafalarındaki şüphelerin tam anlamıyla giderildiği söylenemez. Hala içlerine sinen, İslam’ın gerçek değerlerinin doğru olarak anlatıldığı senaryolar, yaşantısıyla da kendileriyle özdeşleştirebilecekleri oyuncular, ailece izleyebilecekleri abartısız hikayeler istiyorlar.

Futbolculara milyonlarca doların harcandığı ülkede sinemaya yatırım yapacak dindar yapımcı bulmak oldukça zor, olanlar da zaten çoğunlukla TRT destekli yapımlarla cüzdanlarını doldurma peşindeler. Riske girmeden, reyting derdi yaşamadan, ucuz hamaset ve güncel politik subliminal mesajlar verme derdiyle meşguller. İşlenecek binlerce güzel hikaye olmasına rağmen dindarların beklentisini karşılayacak senaryo yazarı neredeyse çok az ve haliyle yapımların düşük bütçeleri de istenen kaliteye ulaşmada en büyük engellerden biri.

Beğensek de beğenmesek de din ve maneviyat, sinemanın her zaman en önemli konularından biri olacak. Hikayeye hakim olan ideolojinin ve işlenen karakterlerin hangi bakış açısıyla yansıtıldığı ise seyircinin izlenme tercihlerini belirleyecek. Bakalım görünüşte içi boşaltılarak muhafazakarlaşan ama gerçekte gittikçe manevi değerlerinden uzaklaşan ülkemizde sinema nereye evrilecek, merakla izlemeye devam ediyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *