Yalınlık, Yalnızlık ve Issızlığa Dair
Yalnızlar Bakanlığının kurulduğu bir çağdan seslenirken; yazının/sözün/kelamın şifa olmasını, yalnızlıkları bir nebze soldurmasını, küçük bir teselli olmasını ümit ederek sarılıyorum kelimelere. Onların şifa olduğuna inandığım uzun yüzyıllardan geçerek, sayfaları doldurulmuş onlarca defterin satırlarından geliyorum, şifa kelimesine. Gelince bulduğum şeyin aradığım şey olmadığını anlıyorum, kelimeyi kurcalıyorum, sağından solundan, yukarısından aşağısından. Oradan bakınca şifanın özünün, büyük resmi gören gözde gizlendiğini hissediyorum. Saniyenin yüzde birlik zaman diliminde, o yükseklikte, kalbimden esen rüzgârın söylediği şifa, zaman rüzgârındadır. Anda yeni iklim. Göz. Bakış. Şifa.
Sanayileşmenin/endüstrileşmenin/modernleşmenin kalesi denilen, ilkler ülkesi, İngiltere’de mi kuruldu yalnızlıklar bakanlığı? Bunca gelişmeye karşın, insanlığın vardığı nokta: yalnızlık. Hem de yapayalnız. Yaratıcıyla bağı kopmuş, pamuk ipliğiyle bile bağlı değilse ona, işte huzurlarımızda yapayalnız insan. Bazen, ilk günahtan sonra, yeryüzü cehennemine yalnız gönderilen Hazreti Havva’nın çaresizliğiyle/yalnızlığıyla bakıyor gözlerim dünyaya. Bu nasıl bir yalnızlık! Çıldırmaya ramak kalmış mıydı… Havva’nın af dileyen tövbe eden sesine eşlik ediyor muydu, Âdem’i arayan gözleri. Tabii ki bunu bilmek imkânsız.
Sadece ezeli insanlık hallerini düşününce… Bana öyle geliyor ki, Havva’nın, Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı söylemini hatırlayınca durum kesin. Başka ihtimaller kapalı. Ruh, eşini arayacak. Sadece Havva kızlarına değil, Âdem’in oğullarının kalplerine de damlatılan o acı tat. Başka bedenle birleşince, azalacak. Dinginleşecek. Azalacak. Yalnızlık fırtınalarında savrulan ruhun isyanı dinecek. Bir nebze. İnsan öyle sanıyor. Belki de öyle.
Evlilik cüzdanlarına rağmen yalnızlıklar azalmıyor. Bedenler dindiremiyor ruhun büyük yalnızlığını. Belki bazı anlar. Yalnızlaşan insan çiçeğe, böceğe, kuşa, kediye sarıyor. Onlarla avutuyor koca yalnızlığını. Çiçeğin rengine vuruluyor; bir turuncunun derinine gömüyor hatıralarını. Sırtı, kolları, bacakları kapkara böceğin kabuğuna sürüyor, gözlerindeki yar sürmesini. Kedinin mırmırlarında aşkın sözleri. Rahim tesellileri.
Ruhun kavrulması da mümkün bu çağın yalnızlığında. İnsanlıkla yaşıt yalnızlığı iki döneme ayırmak mümkün sanırım. Geleneksel yalnızlık ve modern yalnızlık. İlki daha kolay dinen bir acı, sonrakini dindirmek daha zor. İlki teselliye, şifaya açık. Diğeri kapalı. Demir kapıları var, çelik ekranları var. Bu halin en korkunç yanı da insana uzak olması. Ben Çağı’na fazla yakın durması.
Yalnızlıklarında kendin için bir evren ol, diyen Tibullus usta. Ol, demesi kolay. Öyle kolay kolay o hale eremiyorsun. Ne savaşlar vermen gerekiyor, hangi hendeklerden atlaman! Zor. Zor da ruhun güzel bir yanı var, kendi içine kıvrılabiliyor. O büyük yalnızlıklarda kendi ışığını bulabiliyor. Yenilgilerden zaferle çıkabiliyor. Kendi ışığını kendi yakıyor böyle anlarda.
Dipsiz bir kuyu, gerçek yalnızlık. İçine girersen zor çıkarsın. Gerçi bazen bile isteye girersin o kuyuya. Sonra çıkar mısın? Sana kalmış. İstersen hayalinde yaşattığın küçücük mine çiçeğini tekrar görmek aşkıyla kuyunun duvarlarına tırmanır ve çıkarsın. İstersen. Hayallerin varsa. İsteğin/ coşkun/ aşkın her ne olursa olsun köpürüyorsa. Dünya çölündeki acını sağaltabilirsin.
Yalnızlık yoktur belki de. Yalnızlık, tercih şeklidir. Şenlikli ve umut dolu bir yerken neden yalnızlık kuyularına gidilir? Ruh, bütün kaygılardan bağlardan azat olup yalınlaşmak istiyordur belki, nefes almak istiyordur, sanırım, böyledir. Havva yalnızlığından, onun günaha bulaşmasından sonra yaşadığı pişmanlıktan bir gölge vardır ruhun yalınlığı özlemesinde. Yüzyıllardır insanoğluyla yaşayan ruhların saklı özlemleri vardır derin yalnızlarda. Henüz insan ruhunun sırlarına tam vakıf olamıyoruz galiba. O kadar psikolojik araştırmalar, sosyolojik tahliller, insan gerçeği karşısında dağılıyor. İki kere iki dört etmiyor. Belki dünyadaki umudu yeşerten de bu. Yalnızlıklarda şifa bulmak da buna dâhil.
Ruhun yalınlığa doğru yönelişi, bazı ruhlar içinse iştiyak derecesinde. Öyle şevkle, heyecanla, lebalep dolu, kuyulara koşuş. Yalnızlık en çok kuyulara yakışıyor sanki. Öyle. Kalbinle, ruhunla baş başa. Suyun serinliği bir de. İnsan olmanın/kalmanın daha önce tanımadığımız, bilmediğimiz yolları o kuyularda önümüze açılır. İnsanlık maceramızı dinlemek için iyi bir mekândır, oraları. Ruhun yalnızlığı ve Havva ile aramızdaki ezeli bağ ışığını gösterir. Kuyuda olsak da dağ başı sonsuzluğu uzanıyor içimizde.
Bir gece.
Dağ başında.
Yıldızlar yağıyorken yere.
Mekânın ve ruhun ıssızlığı birbirine değer.
Göz, âşık olur buna.
Kalp bu güzelliği içine çekmeye başlar.
Ân’ın ve dünyanın güzelliği burada kilitlenir.
Göğüs kafesimizin minnacık noktasında
Durur.
ruhun yal(ı)nızlığı.
Sonrası, tekilken veya değilken, o minnacık noktadan bedene yayılan acı su.
Issızlık mı…
Yalnızlar Bakanlığı size sesleniyorum. Nasıl ıssızlaşır insan/ruh? Cevap, lütfen…
İskenderi, Hikem’de tecrid (yalnızlık, uzlet) verilmişse sana sebeplerin peşinde koşmayı bırak; sebepler verilmişse tecrid diye zorlama diyor. Belki insana bazen belli sürelik yalnızlık veriliyor, yalnızlığın (uzletin) ruha kazandıracağı şeyler de vardır belki.
Elbette bu söylediğim ne yalnızlık bakanlığını ne yalnız ölümleri açıklamaz. Yalnızlığın da farklı renkleri olmalı. Acıtan, bitiren, olgunlaştıran…
Hikmetinden sual olunmaz, aklın sınırlarını aşan yanı vardır kaderimize düşenlerin.