Bir Yazarla Tanışmak
Geçenlerde bir arkadaşımla uzunca bir telefon konuşması yaptık. Sohbet onun şunu sormasıyla açıldı: “Bir yazarla tanışmak ve sohbet etmek imkânın olsaydı bu kim olurdu?”
Ben yazarlarla tanışmaya pek hevesli değilimdir dedim, bunu bilmen lâzım. İlk defa duyuyormuş gibi şaşırdı arkadaşım, ben devam ettim: Bir yazarla tanışmak bazen, kitabın kapağını sonsuza dek kapatmaya sebeptir. Çünkü okur, yazarı tanıdığı anda kitabın iç sesine bir yüz, hatta bir mimik giydirir. O andan sonra metin, okurun değil, yazarın nefesiyle konuşur.
Ayrıca yazarların hemen hepsinin kendi gündemi vardır. Seni pek dinlemez, anlattığına kulak vermezler. Ya da tam tersi. İçlerini açmazlar sana, ağızlarından kerpetenle iki çift söz alabilirsen ne âlâ. Bazıları çok ilgili gibidir seninle, gerçekten sohbet eder. Ama bu sefer de seninle bir dost, arkadaş veya tanıdık olarak mı söyleşir yoksa seni yazacaklarına bir malzeme olarak mı tasarlar kestiremezsin.
O yüzden yazarlarla tanışma, onlarla sohbet etme, hele hele onlarla yemek yeme hülyalarım yoktur benim. Yazarlarımı uzaktan sevmekle, onları kitapları aracılığıyla tanımakla yetinirim. Özel hayatlarını, ilginç alışkanlıklarını, ideolojik angajmanlarını falan pek kurcalamam. Onları çok tanımaktan korkarım ben. Mithat Cemal’in Üç İstanbul romanında şöyle bir cümle vardır, “Mesut olmak istiyor musun, saadetini muayene etmeyeceksin.” Tam da öyle, söz konusu yazarlar olduğundan saadetimi muayene etmemeye çalışıyorum.
Sonra bir bakmışsın çok sevdiğin bir yazar eşine şiddet uygularmış, öteki tacizciymiş; beriki Hitler’in, Mussolini’nin yahut onların modern takipçilerinin destekçisiymiş. Omurgasızmış kimileri, itirafçıymış, yandaşmış, yanaşmaymış. Yahut bunlara değil de adamın ya da kadının yemek yemesine takılırsın. Ağzını şapırdatarak yer mesela bilmem kim gibi, kıtlıktan çıkmış gibi abanır tabaklara. Garsonu azarlar sonra, küçük dağları kendisi yaratmış gibi kasılır durur. Tanıdığına tanıyacağına pişman olursun o vakit, eserlerinin ışıltısı söner de o buluştuğun masa üstüne devriliverir.
Arkadaşım kuzu kuzu beni dinlerken Buket Uzuner’in yakınlarda yaptığı sosyal medya paylaşımı aklıma geldi. Attila İlhan gibi pek çok ünlü ve değerli yazarın arasında ‘büyüdü’ğünü söyledikten sonra hükmünü şöyle veriyordu: “En iyi yazar, tanışılmamış yazardır.” Arkasından da sonradan öğrendiğini söylediği, “En iyi yazar ölü yazardır.” sözünü aktarıyordu.
Doğrusu ben bu mevzuda Buket Uzuner kadar katı değilim dedim arkadaşıma. Edebiyatta söze sohbete, tanışıp bilişmeye de alan açmak lâzım. Hemen her mevzuda olduğu gibi sevdiğimiz yazarlarla tanışıp tanışmama mevzuunda da bir üçüncü yol mümkündür. Çok keskin olmaya, hayatı daraltmaya lüzum yok.
Evet pek çok megaloman, müşkülpesent yahut asosyal, antipatik yazar var. Ancak öte yandan onlara hiç benzemeyen yazarlar da eksik değil. Hoşsohbet, saygılı, mütevazı, hatırnaz, ilgili ve ölçülü.
Kimler giriyor bu sınıfa, isim versene? dedi arkadaşım. İsim de isim diye tutturmuştu. Hilmi Yavuz’la tanışmıştım mesela dedim, onu böyle gördüm. O da Behçet Necatigil’in bu soydan olduğunu anlatır ki sanırım haklı. Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’in de aynı soydan olduklarını düşünüyorum. Bu adamlar hiç fildişi kule görmemiş çünkü, hep hayatın göbeğinden yazmışlar. Belki bununla ilgilidir, bilemiyorum… Ayfer Tunç’la sohbetin de saracağını düşünüyorum niyeyse. Her ne kadar romanları pek bana hitap etmese de Ahmet Ümit ve Zülfü Livaneli’nin ve elbette Ahmet Altan’ın da kafa dengi olduklarını hissediyorum.
Gelgelelim rahmetli Sezai Karakoç’la sohbet etmenin zor olduğunu sanıyorum. O türden yazarlar daha çok dinlenilmek içindir gibime geliyor, konuşurlarsa tabi. Cemil Meriç de oturup dinlenecek bir yazarmış gibime geliyor. Karşılıklı sohbet etmesi zor olurdu galiba, muhabbet her an kavgaya dönermiş gibi. Necip Fazıl da öyle. İsmet Özel’i hiç anmayayım bile! Agresif, hırçın ve her şeyi bilen adamlar bunlar.
Ya Nazım Hikmet? diye sordu. Hoşsohbetmiş gibi görünüyor uzaktan ama onun da kendi dünyası içinde yaşadığını tahmin ediyorum dedim, çevresini bir şiir malzemesi gibi gördüğünü. Bu malzeme olarak görülmekte gocunacak bir yan var mı emin değilim. Eninde sonunda bir şeylere malzeme oluyoruz zaten. Bari olacaksak bir şiire bir öyküye, romana malzeme olalım dersen itiraz etmem.
Orhan Pamuk için ne dersin? dedi bu sefer. Onunla da karşılaşmak istemem, ne konuşacağız ki? İmza mı isteyeceğim! Hiç tarzım değil. Sait Faik’le de karşılaşmak istemezdim sanırım. Konuşkanmış gibi görünmüyor. Ama onu uzaktan izlemeyi isterdim. Adamın kendisi bir hikâye kahramanı gibi geliyor bana. Ada’da yürüyüşleri, balığa çıkışları, kahvedeki lakırdılara kulak kesilişleri… Yusuf Atılgan zaten cemiyetten kaçarmış, onunla hiç uğraşamam. Ama Sabahattin Ali iyidir bakın, o yaşasaydı onunla iki çift lafın belini kırmak isterdim.

Arkadaşım tanıdığı hemen bütün yazarları sorup bitirdikten sonra sorunun yönünü bana çevirdi: “Peki sen bir yazar olarak bir okurunla buluşup tanışmak ister misin?”
Yazar kimliğimle insanlarla sohbet ederken de çekincelerim vardır dedim. Bazen insanlar sohbetin ortasında yazar olduğumu öğreniyor, kimisi adımı duymuş oluyor, Yusuf Ünal siz misiniz diyorlar. Mahcup oluyorum. Sen de şahit olmuşsundur buna. Sanki kimliğimi gizliyormuşum da ifşa olmuşum gibi. Sonra bir ağırlık biniyor omuzlarıma. Muhataplarımı nesneleştirmemeye, onlara birer malzeme olarak bakmamaya özen gösteriyorum. Gelgelelim bununla baş etsem bile başka bir sorun baş gösteriyor. Bir bakmışım kendimi bilgiç bilgiç konuşurken, edebiyat hatta bütün bir hayat hakkında ahkâm keserken yakalayıveriyorum. Hemen kendimden utanıp geri adım atmaya çalışsam da çoğu defa konuşmanın hararetine kapılıp kendimi susturamam. Sonrası pişmanlık…
O yüzden yazar kimliğimle pek kimseyle tanışmak istemem. Hem beni yakından tanıyıp hayal kırıklığı yaşamalarından da korkardım. Yazdıklarımla araya kendimin girmesini istemem. Cümlelerim bir başlarına çıksınlar er meydanına, neyse o olsun.
Arkadaşım hâlâ beni dinlemekten pes etmemişti. Ben de tam da yukarıda dediğim gibi konuşmanın hararetine kapılıp bu sefer kıymetlim Ali Çolak’ın Susarak Konuşalım yazısını hatırlattım. O yazıda yazarların fazlaca görünür olup alâkasız konularla gündeme gelmelerinden yakınır. “Benim şairlerim ve yazarlarım birer adadır.” der ve bazı isimler sayar: Henry David Thoreau, Rilke, Karakoç, Necatigil, Neruda, Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Salah Birsel… Hepsi birer adadır bu yazar ve şairlerin. Ada, ulaşılması, hele kuşatılması zor olan anlamında. “Ben de onlar gibi olmak, öyle kalmak isterim.” diye ilave eder, “Keşfedilmemiş yanlarım olsun, hiçbir okurun yolu geçmesin oradan. … Uzaktan konuşalım konuşacaksak. Uzun konuşalım, aradaki boşluklarla ve daima susarak.”
Sen de biliyorsun ya ben öz yaşamım hakkında Ali Çolak’ın ada tanımlamasına uymam dedim. Ben nispeten göz önünde yaşadım, yaşıyorum. Sosyal medyanın altın çağı gençliğimi son ucundan yakaladı, mazeretim var. Hem zaten yazar bir ada değil, belki bir liman olmalıdır. Bazısına yanaşılır, bazısına ancak uzaktan el sallanır hani.
Daha konuşabilirdim ama arkadaşım durmamı istedi.
“Ne oldu?” dedim biraz da kızgınca, “Daha sözüm bitmedi.”
“Ne adamsın ya, hadi buluşalım da yüz yüze devam edelim” dedi.
“Ne oldu, niye öyle dedin?”
“Yahu basit bir soru sordum işi nerelere getirdin! Bir isim söyleyecektin işimiz bitecekti.”
“Ama o zaman bu sohbet gerçekleşmezdi.”
“Neyse neyse, hadi geç kalma.”
“Hayat böyle böyle genişler işte.”
“Hadi hadi, bunu da buluşunca anlatırsın.”
“Dur bi dakka. Yazar ve okur olarak mı buluşacağız?”
“Hayır tabi, arkadaş olarak.”
Eh, gitmemek olmazdı. Kalktım gittim.

