“Çek Git Ey Küçük İnsan”
Yürüyorum. Mevsim kış; ama bir bahar havası var. “The Stolen Child”ı dinliyorum. Ezgilerin insan sesiyle ve tabiatın ahengiyle iç içe sindiği bu demde ben de bir notaya dönüşüyorum. Çevredeki tarlaları su basmış. Su kuşları, yaban kazları keyifli. Göçmeyi mi unutmuşlar, yoksa buraya mı aitler bilmiyorum. Fotoğraflar çekiyorum.
Melodinin ahengine yeşil çimenler, sazlıklar, ağaçlar karışıyor. Karşı tepeler ve gökyüzü biz de buradayız, unutma, diyor. Tebessüm ediyorum. Zihnimde oluşan tablo, çektiğim fotoğraflardan zengin. Loreena ne güzel söylüyor şarkısını; şair ne güzel yazmış şiirini. Pastoral bir tablo bu. Şiir ve müzik mevsim dinlemez.
“The Stolen Child”ı dinliyorum. Niyeyse eski çağlara, maziye alıp götürüyor beni. Bu gümüşsü, bu cam gibi buğulu ses bir ninni misali sarmalıyor ruhumu. Bu armoni, sanki bir rüyaya çağırıyor. Sazlar birbirine karışıyor. Arp mı, gitar mı, keman mı bu sesler, gayda mı, flüt mü, ne önemi var.
Loreena söylüyor, hırçın dalgaların dövdüğü İrlanda kıyıları, Fransa’nın gezgin ozanları, Pireneler sökün ediyor. Endülüs rüyasını taşıyan İspanya, çarşı pazarıyla Fas ve Mısır katılıyor notalara. Kafkaslar gülümsüyor öteden. İstanbul ve Anadolu, biz de varız diyor. Her renkten ve her sesten insanlar, el ele tutuşup bir halaya başlıyor müziğin saltanatında.
Vahalar, çöller, çöllerin kumaş, baharat ve porselen yüklü kervanları; keşiş ve sufileriyle tekkeler, manastırlar ve Keltlerin imgeleri karışıyor bu sese. Nağmeler dalga dalga, şırıl şırıl akıp giderken, uğradığı her yöreden bir tad, bir koku, bir desen bırakıyor dimağa. Tesiri belki bundandır diyorum, kim bilir.
Çiğ düşmüş kırlar, köpüklü mavi sular, sabahın ve akşamın alacasında kuşlar, yıldız böcekleri, koruluklar, kuzey ışıkları, yağmur ve kar da katılıyor bu armoniye. Sanki, belli belirsiz bir resim gibi, ortaçağ kıyafetli, kızıl saçlı ve sakallı Keltler yürüyor. Savaş yok; göç var. Daha güzel yerlere göçüyor insanlar. Bütün insanlık kucaklaşıyor bir ezgiyle. Bir rüyanın ya da masalın içinde miyim?
Loreena ince bir hüznün içinden yükseliyor. William Butler bir şiire ses oluyor. İnsan ve tabiat, bir ritimde yürürken, sanki zamanda seyahat gibi, bir şato, bir saray ya da bir mabet görünüp kayboluyor. Ay ve yıldızlarla bahçeler, yakıcı kumlarla vahalar ve mistik bir huzurla hüzün aynı potada eriyor. Eriyor ve baharat kokularıyla buhurdan gibi tüten, halı ve kilim desenleriyle başdöndüren rengârenk ortaçağ pazarları koşup geliyor bu koroya.
Loreena dinliyorum. “The Dark Night of the Soul”, kuşlar gün batımına süzülüyor. “İn The Bleak Midwinter” kış ortasında kasvete değil kitaba çağırıyor. “The Marco Polo,” “Marrakesh,” ayrı bir esintiye kapılmış. “Mummers Dance” ya da “Tango to Evora” her biri ayrı bir rüzgârla caddeler veya geniş vadiler boyunca, bir ırmak gibi yatağını derinleştirirerek akıyor. Yalnız değiller bu akışta; “Celtic Woman,” “Enya” ve “Faun” da katılıyor onlara. Katılıyor ve müziğin o masalsı, o mistik denizine akıyorlar birlikte.
Akıyorum ben de. “Santiago” mu çalıyor, “Huron ‘Beltane’ Fire Dance” mı? Mevsim kış. Evet, “The Stolen Child”ı dinliyorum. Zihnimde su kabarcıkları çıkaran uykulu bir göl ve köy akşamları canlanıyor. Çocukluğumun köyü bu. Her yerden köpek havlamaları geliyor. Koyunlar, kuzular birbirine karışıyor. Kırların taze otları yün olup süt olup avluya doluşuyor. Bir meleyiştir sarıyor havayı. Şafakta horoz sesleri, belirli vakitlerde ezanlar sarıyor göğü. Bütün bir ömre sinen bu sesler, müziğin tınısıyla hafıza sayfalarından sızıyor birer birer.
McKennitt ya da Yeats, okutuyor yeniden o sayfaları: “Ay ışığı dalgalarının, ışıkla parlattığı yerde/ Soluk gri kumları,/ Yani Ross’ların çok, çok uzağı,/ Bütün gece oynatır dururuz ayaklarımızı,/ Dokur gibi eskilerden kalma bir dansı.// Ay uçup gidene dek/ Eller karışır, bakışlar karışır birbirine./ Oraya buraya sıçrar,/ Düşeriz boş baloncukların peşine.”
Çocuklar koşuyor, dutlar, kirazlar, eğrelti otları, balıkçıllar, su sıçanları karışıyor renklere. Bir çocuk, şairin çocukluğu mu, kendi çocukluğum mu, bir periyle el ele vermiş, şarkıyı dinliyor: “Çek git ey küçük insan. Dünya anlayamayacağın kadar gözyaşı dolu,” diyor. Onca güzellik varken gözyaşı niye? Ağlamak için mi, yoksa ağlayanların gözyaşı silinsin diye mi?
Bunca güzel, bunca şiiriyetli dünya cennet değil ki gözyaşına bulanmasın. Bulanıyor. İnsanlar bir şair, bir çocuk değil ki güne sevinçle uyansın. Uyanmıyor. Aşklar acı, ayrılıklar yakıcı. Oldu mu şimdi? İnsanlı hayat nasıl da hüzün sarmalı. “Çek git ey küçük insan;” uzat mendilini, dünya çepeçevre gözyaşı…
Loreena dinliyorum. Sisler gün ışığıyla çekiliyor yavaş yavaş. Güneşli bir günde bulutlardan yağmur damlıyor. Tarlaları su basmış. Su kuşları, yaban kazları keyifli. Fotoğraflar çekiyorum.
Şiir gibi bir yazı olmuş, uzun zamandır böyle bir yazı okumamıştım. Teşekkür ederim, lütfen yazınız 🙏💐
Ben teşekkür ederim
Yurumeye geri donduren bi yazi olmus,
Yuruyp dinleyesim geldi, beyaza burunsede agaclar have hala yurumeye yarar
Harika … Tebrikler …
Teşekkür ederim Emin hocam.
Bir mısra vardı: “Yürü, gitmek iyi gelir kalbe” diye. Yürüyün hocam
Sembolizm ve parnasizm bir pastoral şiirin potasında eritildiğinde böyle enfes baharlar görücüye çıkmış gibi arz-ı endam ediyor.
Yüreğinize sağlık👏🎶
Teşekkür ederim hocam. Hep bu şarkılar ve şiirlerden dolayı böyle 🙂