Doğu’nun Nadide Yıldızı
Tarih boyunca bir şiir ya da roman gibi akıp duran Nil’in kıyısında, söz ve sazın, ses ve makamın olağanüstü uyumuyla, daha önce öylesi görülmedik bir müzik saltanatı yaşandı, biliyor musunuz?
Tıpkı kardeşi Nil’in, bir gölden doğup, geçtiği yerlere can kata kata kıvançla aktığı gibi, Tamay ez-Zahayra’dan da, minik ama sonradan büyük bir kız çocuğu dünyaya geldi. Fatıma ismi verildi ona. Bu çocuk, kendisine bahşedilmiş sesiyle dev bir Kilimanjaro’yu netice verecek bir avuç magma gibiydi aynı zamanda. Gürül gürül aktı; alev alev yaktı sonra. “Ümmü Gülsüm” dediler adına.
Yunus’un dediği gibi, o da bir ses sultanı olarak en acılı şiirleri, en ağılı hisleri yağ ile bal eyleyip mest etmiştir dinleyenlerini. Sıradan insanlardan en öndekilere kadar, girdabına kapılmayan kalmamıştır onun. Çöllerin, nehirlerin, dağların ve denizlerin kızıdır ya, hepsinden birer rüzgâr katmıştır sesine.
Bir nehre benzeyen upuzun konserlerinde, peş peşe sıralanan kum tepeleri olmuştur insanlar. Ses verdiği her eserde, bir öncekinin aynısı olmayan yorumuyla, ulaştığı her yeri kasıp kavuran sam yeli gibidir âdeta. Öyledir; yalnızca “Ükezzibu Nefsî”yi bir dinleyin derim, bana hak vereceğinizden eminim.
Onun pürüzsüz ve ipeksi sesi, sahra ve çöllerin sıcağıyla vahaların serinliğini aynı anda serpiverir dinleyicinin üstüne. Lâkin bu müzik, tıpkı divan şiiri gibi yüksek bir zevke hitap eder. Bununla birlikte makam bilgisi, şiire ve söze vukufiyet ile az da olsa, çıktığı coğrafyaya duygusal bir yakınlık gerektirir. Bu özellikleri taşıyan seçkin bir dinleyici için, ki öyle olmak isterdim, sanıyorum, dünyevi pek çok şeye değişilmezdir.
Sadece kendi dilini konuşan ülkelerde değil, dünyanın nice başka yerinde göze gönle dolan Ümmü Gülsüm, ülkemizde de kalplere kurulmuş, “Arabesk” müziğin yıllarca esmesine vesile olmuştur. Sadece “İnta Omri” ya da “Elf Leyle ve Leyle”ye kulak verin, orada Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Selami Şahin, İbrahim Tatlıses ve hatta Erkin Koray da dahil pek çok usta sanatçıyı görmeniz mümkündür.
O, kendisine “Kevkeb El Şark,” “Arap Müziğinin Hanımefendisi,” “Mısır’ın Dördüncü Piramidi” ünvanları verilmiş ve “Seyyide” denilmiş bir yıldız olarak, sesine ses katan şiir, beste ve sazları da bir nevi ölümsüz kılmıştır. Böylece, hem içinden çıktığı ülkenin hem de sesinin ulaştığı her bir gönlün övüncü olmayı hak etmiştir.
Onun için, yaşadığı dönemde bütün Arap coğrafyasının tartışmasız en güçlü iktidarı denilse yeridir. Çünkü gönüllere taht kurmuştur. Üstelik onun konserinin yayımlandığı saatte, devlet başkanlarının halka sesleniş konuşması yapmadığı bilinir. Öyle bir an olur ki şarkısını dinleyen generaller bile gözyaşını tutamaz. Hatta onun bir konseri, yapılacak bir darbeyi de erteletir. Hele bir radyo konseri başlamasın, Arabistan yarımadasından Fas’a kadar, sokaklarda insan kalmadığı rivayet edilir. Abarttığım sanılmasın.
Fakat nasıl ki ihtişamlı divan şiiri, önemini ve değerini korumakla birlikte, kendi dönemini tamamladıysa, hâlen yazılmakta olan halk şiiri şimdilik son büyük ustalarını kaybettiyse, Ümmü Gülsüm’ün zirveye taşıdığı o geleneksel klasik Arap müziği de dönemini tamamlamıştır denilebilir. Günümüzde hâlâ klasik şiir okuru ve klasik müzik dinleyicilerinin bulunması bu hakikati değiştirmez.
O gün, onun rüzgârının coşkuyla estiği coğrafyada, Abdülhalim Hâfız’ın ve Feyruz’un da rüzgârı esmiş ve bu esinti hâlâ dinmemiştir. Ve bugün, benim de içinde bulunduğum dinleyici kitlesi için, Nancy Ajram, Elissa, Emel Meslusi, Amr Diab… gibi nice sanatçı, şarkılarıyla öncekilerin yerini boş bırakmamıştır neyse ki.
Gerçi konumuz müzik; lâkin ses, makam ve tesir açısından bir başka müstesna zirveyi, “Mustafa İsmâil”i de burada anmak isterim. Açıktır ki, bu iki zirveden hangisi, diğerinin yerine geçse, yine aynı rüzgâr benzer bir coşkuyla eserdi, derim. Ama işte, o da bir başka yazının konusudur.
İnsanın ruhuna işliyor.
Teşekkür ederim