Mercan Güneş

Hasret Atlası

Okuma süresi: 5 dakika

Bazı şeyler vardır asla değişmezler. Fotoğraflar ve anılar mesela. Onlarla kavga edilmez. Zira yenilmek kaçınılmaz gibidir. Rövanşı olmayan bir mağlubiyet. Peşin çalışır. Tıpkı sökük dikerken birden parmağa iğne batması gibi, anlık bir acı. Hisleri herc ü merç eden cinsten. Radyoda Âşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece” dizelerine denk gelmiş gibi. Ağlamak istersin de tutarsın kendini. Bilirsin ki bir başlarsan, arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Durgun bir akşamüstü. Dışarıda deli dolu yağmur. Camı çerçeveyi indirmeye azmetmiş sanki. Mutfaktaki buhar sesine yöneldim. Bir elimde çayım diğerinde haftalardır elimde sürünmekten can cekişen kitabımla geri döndüm. Ayracım çocukluğumdan beridir görüp haber alamadığım bir gönüldaşımdan. Epey eskise de kaldırmaya kıyamıyorum işte. Omzumda annemin anneaanesinden kalma bir şal, bağdaş kurup her zamanki kırkyama minderime kuruldum. Elimdeki kitabın sadece bir dekordan ibaret olacağını bal gibi biliyordum. Yine de şansımı denemek istedim.

Çayımdan bir yudum aldım, kitabımdan birkaç sayfa okudum. Satırlara dalmak için çabalarken ortamın sessizliği huzursuz etti. Telefonumdan müzik listesini açtım. Bahtıma ne çıkarsa. Çalan müzik, okuduğum satırlardan koparıp eskiye, çok eskiye, çocukluk Ramazanlarıma götürdü beni. Anılarım kesik kesik belirmeye başladı. Derince bir iç çektim.

Okuduğum, dinlediğim, izlediğim Ramazan hazırlıkları gelip geçmeye başladı gözlerimin önünden. Ramazan yaklaşıyor diye, çarşıdan heyecanla alınan yiyecekler, yapılan onca hazırlık. Evlerin ve camilerin dip bucak temizlenmesi, kılınan teravihler, koşuşturan minikler, kızların fısır fısır konuşmaları, akabinde kıkırdayıp azar işitmeleri. Arka saflarda yaptıkları yaramazlıklardan sonra daha namaz bitmeden ayakkabılarını alıp kaçan oğlanlar. Annelerin iftara yetiştirmeye çalıştıkları leziz menüler, otuz gün süren Ramazan’ın otuz birinci günü olsa yine de yer bulunamayan davetler, sahurda güm güm de güm çalan davullar. Pencerelere koşarak “filancaların ışıkları yanmıyor” gidip de uyandıralım demeler, annelerin hazırladığı enfes sahurda ne yiyeceğini şaşırmalar.

Sonra kısa yaz geceleri. İmsağa kadar uyumayanlar. Azıcık uyuyup erkenden işe gidenler. İftara yakın pide kuyruğuna girenler, alıp dönerken kendini rüyada hissedenler. Pidenin kokusuyla iştahı açılanlar. İftar vaktinde herkesi bir telaşın alması. Koşuşturmacalar. Son dakika çıkan eksikleri komşudan temin etmeler. Mutfak balkonlarından yayılan yemek kokuları. Çocukların iftar topunu yüksekçe bir yerde bekleyip, ha gayret patladı patlayacak diye beklemeleri. Çoğunun süzgün gözler, çekik karınlarla eve dönmeleri. İlk oruçlarını satmaları…

Eminim ki pek çoğunuz bu satırları okurken yaşadığınız benzer anıları düşünüp tebessüm ettiniz. Belki de içinizden o günler için ağlamak geçti. Amma benim çocukluğumun Ramazanlarım böyle değildi. Sizinkiler gibi dolu dolu, süslü süslü geçmedi. Gurbetlikti işte, yaban ellerdeydik. Ne anlatılabilir ki? Tam anlatmaya kalkarsın; uzakta, çok uzakta olduğunu fark edip yaz ortasında üşümeye başlarsın. Yutkunmak istersin, boğazına kılçık takılmış da oradan ileriye hiçbir şey geçemezmiş gibi hissedersin.

Gurbette bir Ramazan ne kadar coşkulu olabilir ki? Olabildiği kadar işte; mütevazı, buruk. Şansınız yaverse birkaç Türk aileyle ufak bir masanın etrafını doldurursunuz mesela. Öğrenmişsinizdir, pidenizi kendiniz yaparsınız. Elektrik sigortasını devamlı attıran bir fırında pişirip, ailenin önce gözünü sonra karnını doyurmak için kolları sıvarsınız. Sofra, televizyondaki iftar ve sahur programlarıyla şenlenir. Tek neşeniz onlar olur. Her gün bir başka eve, bir başka ülkeye misafir olursunuz. Memleket özlemini bir nebze böyle dindirmeye çalışsanız da denizin ortasında yalnız başına kalmış bir sandal olduğunuz hissinden kurtulamazsınız. Sevdiklerinizden, kokusunu özlediklerinizden, sesini aradıklarınızdan uzakta işte…

Yaban eller demek, ezansız sofralar demek. Ancak televizyondan gürül gürül duyabilirsiniz. Yüreğiniz Fatih Camii’nde atar yahut Süleymaniye’de. Teraviler için öyle cami seçme lüksünüz yoktur. Salonun kıble köşesine çeyizlik seccadelerinizi serip huzura varırsınız. Sonrası hep özlem…

Ben bunlara dalıp gitmişken müzik listem akmaya devam etmiş. Bir süredir duyduklarım Ömer Faruk Tekiblek’in parçalarıymış, bir anda fark ettim. Sanırım çoğunuzun aşina olduğu biri o. Belki de aranızda onun müziğini benim gibi Ramazan’la özdeşleştirenler çoktur. “Hiçbirimiz birbirimizden farklı değiliz. Bütün kültürler birbiriyle benzerdir. Müzik bizim ortak lisanımız, ortak muhabbetimizdir. Müzik ve dans sayesinde de hepimiz kardeşçe bir araya gelebiliriz. Bu hiç zor değil.” diyen biridir o, üzerine düşünülmeyi hak eden biri.

1951 Adana doğumlu. Müziğe olan ilgisi daha çocuk yaşlarda kendisini gösterir. Ailesine göre o ve ağabeyi (Hacı Ahmet Tekbilek) müzisyen olarak doğmuştur. Ağabeyinden “O benim ilham kaynağım ve guru’mdu.” diye bahseder. Ney üflemede ustalaşmaya başlamasına rağmen, farklı enstrümanlarla da ilgilenmiştir. Bağlama, ney, darbuka, zurna, bendir, def gibi çalgıları virtüöz derecesinde kullanabilmektedir. Bağlama çalmayı da öğrendiği müzik dükkânı sayesinde, Türk müziğinin birçok karışık ritmini, makamlarını ve bunları nasıl okuyacağını öğrenir.

1967’de on altı yaşındayken İstanbul’a giden Tekbilek, burada Mevlevi dervişleriyle tanışır. Onların dünyaya bakışlarından, müziği yorumlayışlarından, farklı kültürlere ait sesleri birleştirmelerinden ve yaşantılarından çok etkilenir. Böylece sûfî müzik onun müziğinin temel taşı olur. Yirmi yaşındayken Türk Klasik Folklor grubunun bir üyesi olarak Amerika’ya ilk defa gider. Daha sonra Amerika’ya yerleşme kararı alır.

1988 yılında ünlü yapımcı Brian Keane ile tanışır. Bu tanışma onun hayatının dönüm noktası olur ve onu ününün zirvesine çıkaracak albümlere götürür. Değişik müzik geleneğinden gelen sanatçılarla çalışır. Farklı sesler ve tarzlarla birlikte zihninde sürekli geliştirdiği ve adına “Sabır Ağacı” dediği müziğini daha da zenginleştirir ve dünyaca saygın bir müzisyen olarak tanınmaya başlar.

Artık Doğu ve Batı ezgilerini ustaca harmanladığı müziği ve hayat felsefesi ile dünya müzik sahnesinde ağır fakat emin adımlarla ilerleyip, kendi albümlerinin yanı sıra, Karl Berger, Ofra Haza, Simon Shaheen, Michael Askill, Arto Tuncboyaciyan, Nusrat Fateh Ali Khan, Jai Uttal, Hossam Ramzy başta olmak üzere birçok usta müzisyenle çalışır, pek çok yerli ve yabancı ödül alır.

Ne kadar zaman geçti farkında değildim. Düşüncelerden bıçağın kestiği gibi, önümdeki kitabın satırlarına döndüm. Epey bir sayfa okumuş gözlerim ama satırlardaki manalar bir türlü zihnime ulaşmamıştı. Bardaktaki çayım geldi aklıma. Bir yudum aldım. Çoktan buz gibi olmuştu bile.

Tarifi imkânsız bir özlem hissiyle “Eh bugünün de nasibi bu kadarmış.” dedim ve son bir kez çalan müziğe kulak kabartarak, derin bir nefes aldım. Onun parçalarının çoğu Ramazan’ı hatırlatsa da benim için en belirgini “Last Moments of Love”dur.

Hasretin, özlemin, bir bütün olmanın, huzurun, çocukluğun ve özgürlüğün kokusunu iliklerime kadar hissettim o nefesle. Hatıralarımı, içlenişlerimi gecenin mahzun kollarına bıraktım, gerçek hayata döndüm…

Siz de o yollardan geçmek isterseniz Tekbilek’in melodilerine kulak verebilirsiniz…

2 thoughts on “Hasret Atlası

  • C@in

    Kalemine yüreğine Emeğine sağlık,o ramazan günlerini tekrar hatırıma getirdin ve mükemmel bir sesle buluşturdun Teşekkür ederim.

    Yanıtla
  • Turgut

    Bir iç dökümü, bir günlük ya da bir deneme içinde akıp giderken, gurbetlik hissinin yakıcılığı, hatıra olmuş ramazanları yad etmenin hüzünlü mutluluğu ve geçmişe götüren entrümantal müziğin tetikleyiciliği ile başbaşa kaldım. Müzisyenle ilgili bahs, bir filmde reklam arası hissi verse de, duygu ve düşünceler öyle, olduğu gibi paylaşılmış. Samimiyet olunca, yazının edebi türü, birkaç konuyu aynı anda işleme biçimi pek de mühim olmuyor. Elinize gönlünüze sağlık

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *