Sükûnet İçinde Çoğalan Hüzün
Kuzey ülkelerinde yaşamaya başlayalı birkaç yıl oldu. Mevsimine göre günlerin uzunluğu, gecelerin sessizliği burada zamanın başka türlü aktığını hissettiriyor insana. Yaz bitip sonbahar bastığında, gökyüzü ağır bir griye dönüyor. Yağmur neredeyse bir gelenek gibi; kimse şikâyet etmez yağmurdan. Kimse şemsiye taşımıyor. Kıyafetleri her hava koşuluna uygun ve sessizce iklime ayak uyduruyor insanlar.
İlk zamanlar bu sessizliğe yabancılık hissettim. Sonra anladım ki bu sessizlik, burada sadece havada değil, insanların içinde de yaşıyor. Bir gün, bir halk kütüphanesinin rafları arasında, Danimarkalı yazar Aksel Sandemose’un “En flyktning krysser sitt spor” – yani “Bir Mülteci Kendi İzini Sürüyor” adlı romanına rastladım. Kitabın kapağındaki kasvetli çizgiler bana İsveçli yönetmen Bergman’ın filmlerini, Norveçli ressam Munch’un fırça darbelerini hatırlattı. Romanı okudukça anladım ki, bu ülkenin sessizliğinin bir adı var: Janteloven (Jante Anayasası).

Sandemose, 1933’te yazdığı bu romanında çocukluğunun geçtiği küçük bir kasabayı –Jante’yi– anlatır. Romanın başkahramanı Espen Arnakke, tıpkı Sandemose gibi, bu kasabanın görünmez baskısından kaçar. Jante’de insanlar farklı olana tahammül edemez; kimsenin diğerinden “daha iyi”, “daha bilgili” ya da “daha özel” olmasına izin verilmez. Toplum, bireyi mütevazı olmaya zorlayan görünmez bir yasayla yönetilir. Yazar bu yasayı on maddede özetler: “Kendini özel sanma. Bizden daha iyi olduğunu düşünme. Bizden akıllı olduğunu sanma…” Bu minvalde devam eder kasabanın görünmez yasaları. Roman, Espen’in bu baskının içinde nasıl ezildiğini, sonunda bir cinayetle kendi iç zincirini kırmaya çalışmasını anlatır. Ama kaçtığı kasabanın ruhu, nereye giderse gitsin onu takip eder. Sandemose, bu hikâyeyle küçük bir kasabanın ahlakını değil, aslında bütün İskandinav toplumunun ruh halini tarif eder: ‘Eşitlik içinde büyüyen bir görünmez yalnızlık duygusu hakimdi bu coğrafyada.’
Bu kitabı okuduktan sonra Norveç’teki sükûneti daha iyi anlamaya başladım. Sokakta kimse kimseye karışmıyor, herkes kendi alanına saygı gösteriyor. Başka coğrafyalardan gelmiş biri için bu bir özgürlük gibi görünüyor önce. Kimse “ne derler” diye fısıldamıyor, kimse başkasının hayatına karışmıyor. Ama sonra, bu özgürlüğün içinde bir tür duygusal boşluk olduğu da fark ediliyor zamanla. Kimsenin karışmadığı yerde, kimse de dokunmuyor başkasının hayatına, sarıp sarmalamıyor kimse başkasını. Soğuk havadan daha keskin bir yalnızlık kendini gösteriyor bu topraklarda.
Zamanla fark ediyor ki insan, Janteloven sadece bir toplumsal norm değil; bir ruh hali aynı zamanda. İnsanı alçakgönüllü yaparken aynı zamanda görünmez kılan bir yasa. Burada insanlar duygularını tıpkı eşyalarını toplar gibi düzenliyor. Fazlasını göstermiyor, taşkınlıktan kaçınıyor. Mutluluk bile sessiz yaşanıyor; sevinç ölçülü, kahkaha kısık, dostluk mesafeli. Belki de bu yüzden dünyanın en mutlu ülkesi aynı zamanda yalnızlık duygusunun da zirvede hissedilen ülkelerden biri olabiliyor.
Benim içimde ise başka bir kültürün yankısı var hâlâ. Bizde sevinç de hüzün de taşar; bir bakış, bir dokunuş, bir türkünün içinde çoğalır. Anadolu’nun tozlu yollarında “komşu ne der?” diye büyümüş biri olarak, bu İskandinav sükûneti bazen bir lütuf, bazen bir ceza gibi geliyor insana. Bizdeki “el âlem ne der?” baskımızla bu coğrafyanın “Janteloven” yasası arasında görünmez bir köprü var aslında. İkisi de insanı kendinden geri çekiyor, kendinden uzaklaştırıyor. Biri utandırarak susturuyor, diğeri tevazuya zorluyor.
Güz burada başka gelir. Rüzgâr sert, ışık loş, ağaçların sararması aceleci. Yapraklar dökülürken; şehirler, kasabalar da sessizliğe gömülür. Bu sükûnetin içinde bazen kendi iç sesimi daha net duyarım.
Şükrü Erbaş’ın dizeleri düşer sonra aklıma: “Güz geldi Ömür Hanım, Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. hüznün bütün koşulları hazır.” Evler de sessizdir şimdi. O sessizlik, Norveç’in kasabalarında yankılanan sükunetle aynı tınıya sahiptir belki de. Bir farkla ki… Bizde sessizlik acıya dönüşür; burada sükûnet bir hayat biçimidir. Ve belki de bu yüzden, hüzün burada çoğalır, çünkü kimse bunu engellemeye kalkmaz.
Artık anlıyorum ki, bu topraklarda mutluluk yüksek sesle gülmek değil, sessizce dengesini koruyabilmektir. Bu sükûnetin içinde büyüyen hüzün ise, belki de iki kültür arasında asılı kalmanın doğal sonucudur. Ne tamamen bizim kadar gürültülü bir sevincin içindeyim, ne de kuzeyin ölçülü sükûnetinin. Ama belki de tam bu aralıkta bir yaprağın düşerken çıkardığı o fısıltıda insan kendi sesini bulur.

