Can Yesari

Cerrahpaşa’ya, Kavaklara ve Küçük Doktoruma Dair

Okuma süresi: 10 dakika

Benim bir doktorum var Cerrahpaşa’da. Aslında henüz doktor da değil, bir tıp öğrencisi. O yüzden ona “Küçük Doktorum” diyorum. Derslerinin arasında benim gibi hasta bir adamla uğraşıp duruyor. Randevular alıyor, tahlil günleri takip ediyor, ilgili doktorları buluyor vs. Bu hanım kızı kapılarda bekletmek, kendi işlerimle meşgul etmek her zaman ruhumu yaralasa da başka çaresini de bulamadık. Ben ne zaman bu üzüntümü söyleyecek olsam o da bana “olsun siz de yazıyorsunuz ya” deyip kesip attı.

“Yazıyorsunuz ya!” dediği de whatsapp yazıları. O benim için doktor kapılarında, tahlil sıralarında beklerken ben de bu whatsapp denen şeyden ruh halimi yazıyorum. Kimi yazılar o anın yazıları kimileri de muayene günlerinin bitimindeki yazılar. Dediğine göre Küçük Doktorum bu yazılardan hastayı da öğrenme imkânı buluyormuş. Tıp demek kapılarında bağa gözlüklü o ciddi adamların asılı olduğu sınıflar değilmiş.

Yusuf Bey’in “yok mu bir yazı?” demekten bile ümidi kestiği bir demde bu yazılardan birkaçını burada paylaşmaya karar verdim. İyi mi oldu, bakın onu ben de bilmiyorum. Hasta bir adamın yazdıkları da hastalıklı oluyor belli ki. Başı ucu bir yere ulanmıyor. Halüsinasyon gibi imgeler, imgeler, imgeler… Adı her ne olursa olsun bu yazıların hepsi doktor kapılarında yazılan şeylerdir ve o ruh halini taşır.

1
Şunu anladım Küçük Doktorum: İnsanlar burada, Cerrahpaşa’da, doktorların kendine ölümden bahsetmesi için bekliyorlar. O muayene yatağına ne zaman uzansam bakışlarından şöylesi cümleler okudum hep:

“Bir hayatınız vardı, aslında yoktu ve o bile sizin değildi de siz öyle sanmıştınız. Burada şu yataktayken bile, uzaklarda kim bilir erik ağaçlarının altında belki de kiraz bahçelerindedir zihniniz. Ne zaman hastane kapılarına yolunuz düşse o uzak yerlere kaçmanın hayaliyle ömür sürdünüz ve siz Can Bey bunca zaman kaçtınız da.. Kaçtınız ama bakın, şimdi buradasınız, bu yatakta. Sevinçlerinizi hatırlıyorsunuz belki de. Belki de bir akis, bir çınlama gibi hüzünlerinizi… Farkındayım, bazen de yüzleri. Kesik kesik şeyler olmalı. Bir minyatür gibi. İşte öyle yerleri, öyle insanları, öyle yaşanmışlıkları…

Ama bitti. Bakın hem de ne çabuk bitti.

Siz bitmeyecek sanarak daha evvel de bir muştuya koşar gibi kaçıp gitmiştiniz, bakın geldiniz işte. O muştu bitti, o muştuyu özlemek de. Değilse gelecek değildiniz ya!

Muştular olsun ya da olmasın, birkaç gün daha kaçıp gitmek istersiniz belki. Sonra soğuk bir buzdolabında donup gidecek her şey… Nefes almamaya alışmak zor olmalı elbet.

Ama şimdi mi, evet şimdi mi? Bir zaman daha kaçmak ister miydiniz o herkesten uzakta bekleyen kiraz ağaçlarına…

Yahut yetsin mi artık, ne dersiniz?

Sanki “artık bitsin” der gibi bir bakış seçiliyor gözlerinizde.”

Ah Küçük Doktorum! Bir hasta doktor kapısında ne bekler ki?

Ağrıları dinsin, belki..

Gidilmemiş olmasın, belki.

Şimdi o bitimsiz bozkırlar ortasındaki kiraz ağaçları nerede?..

Bu sis nerelere attı bizi?..

O çocukluk sesleri, ovanın ortasında ve bir yaz yalnızlığı gibi ötüp duran o çekirge?..

Çağıran sesler, sesler, sesler ve tepede bir ahlat ağacı kırgınlığıyla sararmış otlar…

Bir tabibin beyaz önlüğünden yalnızlıklardan başka neler dökülür ki?..

“Biliyor musunuz değerli tabip!” diye bir konuşma yapmak geliyor içimden:

“Biliyor musunuz, artık bir şifa değil benim beklediğim. Ben içimdeki o kiraz ağaçlarını yitirdim. Daha kötüsü, onların düşünü bile yitirdim. Bir sis alıp götürdü her şeyimi, vardıysa da örtüp sakladı.

Ben sizin yanınızdan kaçıp gitme heyecanımı yitirdim ki sükûnetimle anlatmaya çalıştığım da bu.

Biliyor musunuz değerli tabip! Bu kapalı kapılar ardında beklemekten mutsuz bile değilim artık. Önlüğünüz bir kaçma heyecanı uyandırmıyor bende. Burada, bu köşede ebedi bekleyebilirmişim gibi geliyor. Hatta asistanlarınıza yaptığınız o tuhaf esprilere artık gülesim bile geliyor ki, sanırım buna siz dahi inanmayacaksınız.

Kaçma duygusunu uyandırmıyor, evet, o önlüğünüz ve tabut tatbikatı muayene yatağınız ve kimselerin duymadığını duyma ayrıcalığınızı boynunuza doladığınız aletleriniz.

Hem o aletlerinizle vücudumu dinlediniz, ne çıktı?

Benden daha başka bir şey mi diyor içimdekiler?

Artık kaçmak istemediklerini onlar da fısıldamadılar mı kulağınıza?..

Bir beyaz önlükten en fazla da ölüm çağrıları dökülür değerli tabip. Bembeyaz ölüm çağrıları.

Sis içinde bembeyaz ve belki de kiraz ağaçlarının o beyazlıkta bir yerde olduğunu fark ettiğimiz için sizden kaçmıyoruzdur değerli tabip ve sizi bile güzel yapan da odur.

2
Küçük Doktorum bugün muayene kapılarında bekletmedi beni. Belki de geçen yazdıklarım mani oldu buna. Bir termos bulup geldi ve kapı önündeki kavaklara bir müddet bakıp iç salonda kaldırılan kadavra masasının yerine konan masada çay içtik. Biraz da o anları yazayım bugün ona dedim.

Karşımızda kıvırcık saçlı bir çocuk dersini çalışmayıp bizi süzüp duruyordu.

“Tanır mısın bu çocuğu?” dedim Küçük Doktoruma. “Belki bu sınıftadır,” dedi. Sınıfımız hemen karşıda. Karşıya baktım iki hantal kapı ve kenarlarında bağa gözlüklü adamların resimleri vardı.

O zaman setin altındaki kavaklara oklu yürek çizmeyi düşündüğüm çakıyı daha bana vermemişti. İnsanın ne garip oklu yürek imgeleri var diye de hayal edememiştim o saat henüz. Yoksa hayal etmeme ramak kalmıştı… Çakıyı bir başka yerde çay içerken vermişti. Sivas’tan getirmiş. “Seversiniz belki,” demişti. “Niye oklu yürek çizecektim,” diye düşündüm. Belki kimse çizmemiş diye, belki insan kanı tahlil vermek için akıp durmasın diye, belki de o kadar tıp talebesi kanda hep tahliller arayıp durmasın diye…

Ben böyle düşünüp durduğum günlerden birinde, kan alma ünitelerinin dibindeki büyük kapının yanındaki o kavağın altında bir adam karısını dövmüştü. Kan verme sırası bekliyordum yine. “Neden dövüyor karısını demedim,” çünkü “neden” demek bir işin olabilirliğini de kabullenmekti zımnen. Sadece mani olduk. O an için elbet.

“Belki bu adam da vakti zamanında bu kadının adının baş harfini bir kalp içinde böylesi bir kavağa kazımayı hayal etmiştir,” diyebilirdim doktor bana çakıyı daha evvel verip de oradaki kavaklara dair zihnimde böyle bir imgeyi uyandırmış olsaydı. Belki o sebeple taa o zamanlar neden özellikle kavak ağaçları göğüslerine bir kalbi çizmeye bu kadar davetkârdır da diyebilirdim.

Ve bakıp o kavak gövdelerini bomboş görünce orada o kadar öğrenci olup da o kavaklara dokunulmamış olmasının itici tuhaflığını kadavra masalarının etrafındaki bir kaç sönük esprinin bir ölü bedeninden daha solgun çehresini görüp çekip gitme isteğiyle dolmazdım.

Küçük Doktorum bir çakı vermemişti henüz kavaklar çıplak dallarıyla imgesiz salınıp dururken… Ömrümün kiraz ağaçlarına bakan yakası sesiyle bir aralık “çayı ben tutayım,” demişti sadece. Termoslar ve bardaklar birbirine karışmışken hep böyle söylerdi çünkü. “Kolunuzu fazla oynatmayın, kanar belki.” demişti ardınca. “Kanar” demiştim. Tuhaf, çay saatler sonra hâlâ sıcaktı.

3
“Kavakların bağrına çizilen kalbin ortasına hangi harfi konduracağım,” düşüncesi yerine “bir oklu kalp en çok da neden kavak ağaçlarına çizilir,” diye düşünmeye başladığımdan beri..

“Neden doktorlar insanın kendini kendinden değil de laboratuarlardaki kan sayılarından öğrenir” diye sual etmeye başladığımdan beri..

“Neden bir insanın ölümü kendine değil de yakınlarına haber verilir” demeye başladığımdan beri çaydan önce makarna getiriyor doktor, “belki bu peyniri sevmesiniz diye ayrı tabağa koydum,” diyerek..

“Ne garip! Şu koca bahçelerde bir tosbağa yok,” demiştim bir keresinde arka tarafta denize bakan setin üstünden harap bir bahçeye ayaklarımızı sarkıtıp çatalla makarna yemeye uğraşırken.

“Yaa, belki vardır biz görmemişizdir,” demişti gözleriyle otların arasını iyice tarayarak. O zamanlar Esra yoktu. Aslında vardı da bu acayip sürgit muhabbetlerin döndüğü kimselerden haberi yoktu. O yüzden bilmiyordu kan almanın orada bekleyen kavakları. Hatta o zaman orasının adı kan alma da değil, ikinci sınıfların dersliklerinin yeriydi yahut ona benzeyen imgelerin arasında bir yerdi orası. Esra bilmiyor, pek oralara inmiyor, hele hele kavaklara şöyle bir bakmıyordu o imge oluşmadığı için. Adam karısını da tam nerede dövmüş onu da araştırmamıştı çenesini hafifçe kaldırıp gözlerini kısarak baktığı taharri duruşlarıyla..

O yüzden de hesap etmemişti şu an veya ne zaman olduysa olmuş olan dövme fiiliyatını gerçekleştiren adamın vakti zamanında o kadının baş harfini bir kavağa kazıdığını veya kazımayı düşündüğünü. Veya hepsinden öte öyle bir toplumda yetiştiğini..

İşte o yüzden Esra bilmiyordu o vakitler tuhaf kan alma günlerinde gelen bir hocanın bu kavaklara bakarken kalbi çizen ve tokat olan kalbi aynı yüzde imgelemenin hüsranıyla baktığını..

“Çayın altına peçete tutup taşıyalım,” diyordu doktor aceleyle yürürken.. “Sen bu kavaklara hiç baktın mı?” diyordu hoca, kavakların yanından hep böyle acele geçip giderken..

“Senden öncekiler de bakmazdı,” diyordu en son hoca.. “Göğün maviliği içinde bakarken elleri beyaz önlüklerinin ceplerinde olurdu. Doktorların elleri ceplerindeyken en çok da bekleyen bakışlarını anlamlandırmaya çalışırdım o zamanlar…” demeyi de düşünmüş ama söylememişti.

4
Küçük Doktorum çayın yanında peynirli makarna tasları getirdiğinde yahut peynirli makarnaların ardından altına peçete tutarak döktüğü o termoslu çayların kadavra masaları kenarlarında içildiği zamanlarda peydahlanmıştı o kıvırcık saçlı çocuk.

İki de bir de doktoru süzüyordu, artık benim çay içmeyi bırakıp da “ortalık az boşalsa, küçük doktoru da bir bahaneyle bir yere gönderip bir kenarda meseleyi iyice anlasak” demeye başladığım vakitlerde. “Bir ilgisi mi var ki” demiştim ilkin.

Bu hasta adama ne diye bu kadar yemek taşıyor, diye şaşırdı mı ki demiştim sonrasında. Yani öyle canımı sıkmıştı, gelip de uzaktan izlemesi. “O küçük çakıyı tek elle açsam korkutmaz da şimdi,” dediğim zamanlar da olmuştu ve Esra henüz yoktu. Vardı da bilmiyordu eski bir hocanın o kavakların altına gelip kan verme sırası beklediğini ve eski hocanın Küçük Doktoruyla aynı evi paylaşıyorken hem de…

Sonra geldi, o da hayatımıza katıldı. Kadavra masası kaldırılmıştı yemek yenen yerde çoktan, kediler hâlâ duruyordu. Kedilerin umursamadan yattığı kıyı kenar kapılarının ilişiğinde kalın bağa gözlüklü bir profesörün resimleri vardı. Çok sert bakan adamlardı bunlar ve altlarında adları yazıyordu, ondan da önce unvanları. Unvanların isimlerin önüne geçtiği günlerden kalmışlardı belki.

Yakınlarına yaklaşan hastaları uysallaştıran resimlerdi bunlar. Bir şey söylemeye korkutan gözlüklerin ardındaki bakışlarda hastalara yaban bir yere geldiklerinin uyarısı vardı. Boşa bir hayat yaşadığını düşünüyordu insan, hiçbir şey yapmadığına sorulmadan kâni oluyordu.

Benim hiçbir zaman bağa gözlüğü takmayacak olan Küçük Doktorum makarna çıkarıyordu bir sefer tasından her tahlil sonrasında, ötekinden peynir.

“O bahçelerde belki eskiden olan ama şimdi olmayan bağaların kabuklarındanmış gibi bu adamların bakışları” diyecekti eski hoca ama demedi Küçük Doktoruna, “çökelek mi getirseydim,” demişti çünkü Küçük Doktor o ara. “Gerek yok!” demişti sadece eski hoca. “Zaten bunca şey…” demiş ötesini söylememişti.

İşte o vakitte “Daraldım burada, bu bakışlarına altında,” diyemedi de “makarnayı bağrına kalp kazınmamış kavakların altında mı yesek,” demişti sadece eski hoca. “Burada yani CTF’de bir genç yok demek ki şuraya bir imge bırakacak, bir hayat izi, bir yaşanmışlık, bir hüzün bırakacak bir genç yok demek ki!” de diyecekti onu da demedi. Çünkü en çok da söylenmemiş sözlerin yeriydi belki CTF.

Alınırdı belki Küçük Doktor, bu fakültede o çocuklardan kalın bağa gözlüklü adamlar olmaları istendiğini fark ederse.

Esra yoktu, gelse belki teselli olurdu, hocayı bilmediğinden neye teselli olacağını da bilmediği için Esra yoktu. Vardı da o kavaklara, o anlamla bakışı olmadığı için yoktu. Kalp damar resimleri çiziyordu belki evde, belki o kalın bağa gözlüklü adamların daha önce çizdiği resimlere bakarak yapıyordu bunu. “Doktor sen de bir kalp çizsen,” demişti işte tam o ara hocası, “ama bu kavaklara çizilmemiş kalpten çizsen ve kalın bağa gözlüklü adamlara versen.”

“Gülerler,” demişti Küçük Doktor.

Söylenmemiş sözlerden sonra sevdaya da gülünecek bir yerde olduğunu anlamıştı eski hoca. Susmuştu. “Bu termoslar yetmiyor, yenisini alsak,” dediği zaman da Küçük Doktor sevinmişti. “Alalım, çokça çay içelim, hemen bitmesin” demişti.

5
Evet, yaşadığım şeyi anlatamıyorum.

Yani ilim denen şey Küçük Doktorum, insanı içindeki kiraz ağaçlarının ülkesinden kopardığı zaman mı ilim oluyor?

Ben çocukluğumdan beri doktor sırası bekledim, bilmezsin elbet ama çoğunda da kaçtım. Sanki kaçınca çocukluğumun kiraz ağaçları arasında bir yere varacaktım. Kiraz ağaçlarının çiçek açmış dalları salkım söğütler misali salınacaktı. Öyle bir yer hep çağırdı beni. Bu bağa gözlüklü adamların boğucu bakışlarından hep kaçtım. Ne zaman o yatağa yatacak olsam, boğuluyor gibi oldum da kaçtım.

Okullardan kaçtım, derslerden, çok yerlerden… Hatta memuriyetten ve daha başka şeylerden.

Ben kaçtım ama hastalık terk etmedi beni. Bağa gözlüklü adamlar illaki kızacaktı bana ve kızdılar da. Kapılarında bir mahkûm gibi bekletip infaz saatlerinde yüzüme bakmadan şikâyetimi bir suç gibi sordular. Yüzüme bakmamalıydılar çünkü bağa gözlüğü takmak yahut o adamlardan ders almış olmak, o sınıflarda eğitim görmek bunu gerektiriyor olmalıydı. Haksız da olsam bunu düşündüm hep. Kiraz dallarının salınan sessizliğini bilmediklerini düşündüm.

“Bir mekânın adamı olarak bağa gözlüğünü taşımak bu hakkı veriyor olmalı,” diye düşündüm sonra. Ama belki o bile değildi.

Nice tıp fakültesi gezdim hep bir yerlerine iliştirilmiş resimlerde türlü türlü bağa gözlüğü adamlar vardı. Sonra hukuk fakültelerinde vardı, sonra edebiyat fakültelerinde ve daha nice upuzun kalın duvarlı betonların salınamayan sabit yüzeylerinde. Pek çok yerde vardılar ama ben en çok hastanelerdeki resimlerinden korktum.

Bir bağa gibi bile bakamıyorlardı oysa.

Küçük Doktorum bilmek ne zor, bütün kabiliyetleri o gözlüğün vehametinde olduğundan mıdır nedir?

6
Küçük Doktorum ben sana daha çok şey yazacaktım da, bilmem nasıl söylesem, artık kaçabilecek takatim kalmadı. O kiraz ağaçlarını yitirdim çoktan. Dindi o rüzgâr, o serin sularda söğüt dalları gibi salınan fuşya kızıllıkları yitti yüreğimde. Yitmeseydi belki şu kalan birkaç kavak ağacına çizerdim yüreğimi. Salkım bir bakış gibi çizerdim. Anlayan, bekleyen, sorgulayan bir bakış gibi çizerdim de unutulmuşluklarını gizlerdim.
Ama Küçük Doktorum, insan hayata en fazla da unutulduğu için tutunuyor belki de. Belki de bu kavakları bir kenarda saklayan o unutulmuşluktur.

Ne acı.

Ama olsun. Bu fakültenin gençleri bağa gözlüğü takmak için heveslense yahut o yola bir an evvel girmek için didinse de ben Küçük Doktorum’la makarna yiyorum umursuz. “Bak hiç bu bahçelerde bağa yok,” diyorum. Yine sakince “vardır belki,” diye cevap veriyor. “Vardır belki de biz görmüyoruzdur.”

Evet vardır belki.

Ne çok şey söyledim. Ama bu defa kaçmayı düşünmedim. Sen içerde muayene sırası almaya çalışırken ben oturup tıp sınıflarının kapılarında bağa gözlüklü adamların resimlerine bakarken kaçmadıysam kiraz ağaçlarımı yitirmemden. Yoksa sanıldığı gibi muhtaçlığımdan değil.

Sana bunca şeyi yazmam, “sen öyle olma,” diye de değil.

Bu termosta çayın, bu sefertasında makarnan, “Hocam kan verecek acıkır,” diye susup bekleyişinden. Kavakları çok seviyorum diye bir çakı bulup getirişinden.

Sırf bu yüzden!

7
Bir internet sayfasında paylaştıysam bunca şeyi, o neden bilmiyorum.

İnsan bazen bilmemenin daha iyi olabileceğini düşünüyor, hepsi bu!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *