Yusuf Ünal

Ölümün Alnından Öpenler Vardır Bir De

Okuma süresi: 5 dakika
89ca58a0 1975 4797 b8c6 544ffcf94fdd

(Kanada Günlükleri / 17)

7 Ekim Pazartesi,

Ölümü düşünmek yakamı bırakmıyor, iyi ki de! Meseleye yakından bakmak için işin erbaplarına müracaat ettim, sûfîlere. Ölümü hatırlamak hakkında yazdıklarından okudum, okudukça okuyasım geldi. Okuduklarım bende kalmasın, dostlarımla da paylaşayım diyerek bu akşamki sohbetimizde de ölümü konu ettim. Onu gündemimize pek almadığımız, nadiren hatırladığımız üzerinde ittifak ettik. Tûl-i emelin paçasına tutunup hayatımızı sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi örgülüyorduk. Ekranlardan üstümüze fışkıran cesetler kimseyi etkilemiyordu artık, ölümü kanıksamıştık ama kendimizi ondan müstağni sanıyorduk.

Kuşeyrî Risalesi’nin İhya-u Ulûmi’d Dîn’in ölüm bahislerinden okudum arkadaşlara. İlk dönem sûfîlerinin ölüm hallerini anlatıyorlar. Örneğin Mümşâd Dineverî’nin meclisine yabancı bir derviş geliyor. “Burada insanın ölebileceği temiz bir yer var mı?” diye soruyor. Çok normal bir durummuş gibi bir yer gösteriyorlar. Derviş, yakındaki çeşmeden abdest alıp biraz namaz kılıyor. Sonra gösterilen yere varıyor, ayaklarını uzatıyor ve ruhunu teslim ediyor.

Buna benzer bir örneği de Ebu Yakub Nehrecorî anlatıyor: Mekke’de tanımadığı genç bir derviş gelmiş. Elindeki bir dinarı Nehrecorî’ye uzatıp, “Ben yarın öleceğim. Şu paranın yarısıyla beni teçhiz ve tekfin et, diğer yarısıyla da mezarımı kazdır.” diye vasiyet etmiş. Nehrecorî gence pek inanmamış. Ya aklından zoru var ya da Hicaz yoksulu olma derdine tutulmuş diye düşünmüş. Ertesi gün genci Kâbe’yi tavef ederken görmüş ve izlemeye başlamış. Tavafı bitince bir kenara çekilip yere uzanmış. Nehrecorî gencin ölüm numarası yaptığını zannederek yanına varmış. Ancak bedenine dokunduğunda onun çoktan ruhunu teslim ettiğini anlamış ve vasiyet ettiği şekilde defnetmiş.

Bunların dışında okuduğumuz bahislerde bir husus dikkatimizi çekti. Eski devir insanlarının hemen hepsi ailesinin ya da dostlarının arasında ruhunu teslim ediyormuş. Bunlar sürekli telkinde bulunuyor, ellerini tutuyor, dualar ediyormuş. Ölümün kapısındaki kişiden son bir nasihat istiyorlarmış.

Söz buralara gelince bir arkadaş sordu: “Aramızda birinin ölüm ânına şahit olan var mı?” Mecliste herkes bir an durdu. Aklıma Mehmet Ali Ağabey geldi. “Ben varım.” dedim ve anlattım: Benden üç-beş yaş büyüktü, otuz beş yaşlarındaydı henüz. Kansere yakalanmıştı. Tedavilerine devam ediyordu ancak gün gün erimeye başlamıştı. Hacettepe Hastanesi’nde yatıyordu. Mukadder sonun yaklaştığını o da biz de biliyorduk artık. Onu tek başına ölme, ölüm anında Şeytan’ın hilelerine karşı yalnız kalama endişesi sarmıştı. Başımda birileri olsun, Kur’an okusunlar, telkinde bulunsunlar diyordu ailesine.

Ben de o gün bir arkadaşımla bir akşam sohbetine gidiyordum. Geçerken Mehmet Ali Ağabeye uğrayalım da hem duasını alalım hem bir ihtiyacı var mı bakalım diyerek yolumuzu değiştirip Hacettepe’ye gittik. Vardığımızda durumu iyice kötülemişti. Başucuna geçip Yasin-i şerif okumaya başladık. Bir yandan da arkadaşlara haber saldık. Az sonra koridor arkadaşlarımızla dolmuştu.

Mehmet Ali Ağabey kendinde değildi, gözlerini tavana dikmiş, hiç ayırmadan oraya bakıyordu. Derken Tacettin Mahallesi’nden ezan okunmaya başlandı. Mehmet Ali Ağabey hasta yatağından kalkıp gidecek gibi ileri doğru yekindi, namaz kılmaya çalışıyordu. Kalkamayınca şehadet parmağını kaldırdı ve kelime-i tevhidi söylemeye başladı. Odaya hemşireler ve doktorlar doluştu. Cihazlara müdahale ettiler, hastayı kontrol altına almaya çalıştılar. Bizleri de apar topar odadan çıkardılar. Mehmet Ali Ağabeyin “Allah, Allah, Allah” deyişleri hastaneyi çınlatıyordu. Beş on dakika içinde sesi ötelere çekildi…

Ömrümün en etkileyici olaylarından biridir bu benim için. Mehmet Ali Ağabey namazına niyazına ve evrad ü ezkarına düşkündü, yaşadığı gibi öldü. Mekânı cennet olsun…

fotograf111111111

Hayret, sekiz kişilik meclisimizde çoğu arkadaş hiç kimsenin ölümüne yakından şahit olmamış. Bunun üzerine konuştuk. Ölümler hep uzaklarda ve yalnız oluyor artık. Ya âni ölümler ya hastane köşelerinde. Yakınlarının arasında can vermek nadirattan oldu. Kimsenin elini tutamıyoruz öteye uğurlarken, kimseye telkinde bulunamıyoruz, Şeytan’ın son dakika tuzaklarına karşı kimseye yardımcı olamıyoruz. Ölümün tesir etmemesindeki aslan payı bu uzaklığın sanırım.

Çakır dedemin vefatına da şahit olmuştum ben. Yedi- sekiz yaşlarındaydım. Bir haftaya yakın sekeratta yatmıştı. Hiç yalnız bırakılmadı. Oğulları, kızları, torunları, gelinleri damatları, komşuları, arkadaşları derken bütün köylülerle ölüm döşeğinin başı dolup dolup boşalmıştı. Gelenler bir köşeye çekilip Kur’an okumaya veya dua etmeye başlıyor, bitirince derin bir murakabeye dalıyordu. Babam yahut amcalarımdan biri suyla ıslattığı pamuğu durmadan dudaklarına sürerken kelime-i tevhidi telkin ediyordu. Dedem böyle göçtü âhiret yurduna, evlatlarının arasında. Ama babam hastanenin yoğun bakımında bir başına gitti rahmet yurduna. Trafik kazası geçirmişti. Beş gün komada kaldı. Komadayken bir kere görebildim ben. Son görüşüm oldu o. Sonra öldü dediler. Gidip cenazesini morgdan aldık. Allah cümlesine rahmet etsin. Ben dedem gibi ölmek isterim. Nasip…

Kemal Ağabey de Hacı Arif Ağabeyin ölümüne değilse de son zamanlarına şahit olmuş. Bilinci kapalıymış ama şehadet parmağı sürekli havadaymış mübareğin. “Allah, Allah, Allah” diyormuş o da. Bir başka arkadaş Ahıska Türklerinden bir amcanın başında bulunmuş. O da yalnız ölmekten korkuyormuş, Allah yalnız bırakmamış. Başında Yasinler okuna okuna, Allah diye diye teslim etmiş ruhunu.

İstanbul’da Osmanlı’nın son âlimlerinden olan Hüsrev Hocadan ders okumaya gelen seksen yaşlarında bir ihtiyardan söz edilir. Bu muhterem birkaç kilometre uzaktan merkebiyle gelir, ders halkasına iştirak edermiş. Ders arkadaşları birinde, “Bunca zahmete katlanıyorsunuz, seksen yaşından sonra hoca mı olacaksınız?” diye sormuşlar. “Evlatlarım ben hoca olmak için gelmiyorum. Ama ben şu hadis-i şerifi duymuştum: ‘Kim ilim yolundayken vefat ederse Allah ona rahmetiyle muamele eder, onu şehitlerle beraber haşreder.’ Ben Allah’ın huzuruna ilim öğrenirken gidebilmek için aranıza katılıyorum.” diye cevap vermiş.  

Bunun bir de Allah’ın huzuruna hizmet ederken gitmek isteyen versiyonu var ki onlardan birini yakından tanıma fırsatı buldum. Bundan on ay kadar önce kaybettiğimiz Ali Açıl Ağabey de sırf hizmet ederken ölebilmek için ilerlemiş yaşına ve hastalıklarına rağmen yerinde durmuyordu. “Böyle giderse uçakta öleceksin.” diye uyaran doktorlara, “Ah keşke….” diyor, gözlerinin içi parlıyor ve dudaklarını yalıyordu. Gerçekten de bir hizmet seyahati sonrası uçarak Rabbine gitti. Mekânı cennet olsun…

Ölümün alnından öpenler bu çeşit insanlar olmalı. Ölüme hazırlanan, ölüme eli boş yakalanmamak için didinenler…

Bunları konuşunca keşke dedim, keşke birileri modern zamanlarda vefat edenlerimizin son zamanlarını derlese İmam Kuşeyrî gibi, ne güzel hizmet olur. İmam Gazzali ölümü hatırlamanın en pratik ve tesirli yolunun bizden önce vefat edenlerin hallerini, son anlarını bahis konusu yapmak olduğunu söylüyor. Hakikaten öyleymiş, insan etkileniyor.

Öte yandan herkes de Allah, Allah diyerek ölmüyor elbet. Bir yanda da “Harç getir, tuğla götür.” diyerek, ağzından küfürler saçarak ölenler vardır Allah muhafaza. Bir de ölemeyenler vardır, can veremeyenler… Allah korusun. 

brezilya da mezarliklarda yer acmak icin eski mezarlar bosaltiliyor 743713 1 1

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *