Yusuf Ünal

Ruhunu Yanında Götürmek ve Yemek Dağıtmanın Cilveleri / (Kanada Günlükleri 3)

Okuma süresi: 4 dakika

Ruhunu Yanında Götürmek ve Yemek Dağıtmanın Cilveleri

20 Ocak Cumartesi,

Bugün Ali Açıl Ağabeyi toprağa verdik, ne çok seveni varmış muhteremin. Ben geleli dördüncü cenazemiz oldu. Kabristana eşim de gelmek istedi. Mezarlıktan Ali Ağabeyin ailesiyle birlikte en son ayrıldı. Hava çok soğuktu ve diz boyu kar vardı. Dönünce rahatsızlandı.

Mezarlığı sevmemiş, nesini sevmedin dedim, ruhsuz dedi. Deve çıkmazını anlattım, hani nerem doğru demiş ya. Bu şehrin neresinde ruh var ki! Ancak o bunu kabul etmedi, buranın da kendine göre bir ruhu varmış. Bu konuşma beni ruhun orada hep duran bir şey mi, gelenlerin yanlarında getirdikleri şey mi sorusuna götürdü. Ben ikincisinden yanayım, herkes kendi ruhunu yanında getirir. Ancak yine de coğrafyanın üstüne sinen bir ruhu olduğunu yadsıyamıyorum.

Ali ağabeyle birlikte belki severiz buraları da dedi eşim, buralar da ruh kazanır. Eminim öyle olacak. Ölülerimizin toprakla buluşmasıyla bir yerin bizim için ruh ve anlam kazanması arasında bir ilişki olduğunu sanıyorum. 

Bu konuşma aklıma Behlül Dâne’nin pek sevdiğim bir menkıbesini getirdi, anlatmazsam olmaz. Muhterem bir gün üstü başı toz içinde bir meclise varmış. “Hayırdır Behlül, bu ne hal?” demişler. “Sormayın” demiş, “uzun yoldan geldim.” “Nereden?” “Cehennemden.” “Cehennemden mi! Orada ne işin vardı?” “Ateş lâzım olduydu da.” “Hani ateş getirmemişsin ama?” “Vermediler. Sen yanlış yere gelmişsin dediler, orada ateş olmazmış. Herkes ateşini buradan kendisi götürürmüş.” 

23 Ocak Salı,

Bu aralar yemek dağıtımı yapıyorum. Bu işin de cilveleri var, onlardan biri geldi başıma. Bir lokantaya girip alacağım paketin numarasını söyledim. Çalışanlar dükkânın altını üstüne getirdiler ancak siparişi bulamadılar. O zaman işte bir aksilik olduğunu fark ettim. Yanlışlıkla yan dükkâna girmişim. Öyle yerin dibine falan batmadım ama mahcup oldum işte. Çocuklardan özür diledim, onlar da gülüştü, olgun karşıladı.

Bizlerle restoran çalışanları arasında değişik bir ilişki var. Bir yandan aşağı yukarı benzer şartlarda ve benzer ücretlerle çalışıyoruz. Toplumun en alt tabakası biziz, işimiz insanları memnun etmek. Öyle bir sistem işliyor ki bizlerin talep edebileceği neredeyse hiçbir hakkı yok. Robot gibiyiz. Sürekli kalabalıklar arasına girip çıkıyoruz ancak kimseyle iletişimimiz yok. Ellerimizde birer numara ve adres, ha bire yemek taşıyoruz insanlarla. İşimiz sürekli acele, hep koştura koştura iş görüyoruz. Vakit nakittir sözü burada tam olarak anlam kazanıyor.

Böyle şikâyet ettiğime bakmayın, bu doğrudan yaptığım işle ilgili değil. Öğretmenken de şikâyet edecek bir sürü şey bulurdum ben, inşaatta çalışırken zaten… Ama beni kınamayın, mızmızlanmak bir çeşit milli spor değil mi bizde! Üstüne bir de benim çalışmayı pek sevmeyişimi koyarsak ortaya böyle bir Mandıra Filozofu çıkıyor işte. Aslında yemek dağıtma işi bir yandan okuyup bir yandan çalışmak için fena sayılmaz. Sorun bizim bunu tam zamanlı olarak yapmak zorunda oluşumuzda galiba.

Yemek sektöründe çalışanların büyük çoğunluğu Hindistanlı. Bakıyorsun lokantanın adı Kanadalı, Meksikalı yahut Arap gibi ancak işletmecileri ve çalışanları Hintli. Onlarla muhatap ola ola bizlerin de Hint aksanıyla İngilizce konuşmaya başlaması yakındır. Tabi her zaman iyi yürümüyor ilişkilerimiz. Alacağımız paketleri vaktinde hazır etmediklerinde yüzümüz ekşiyiveriyor. Dün bir yerde beni on dakika beklettiler. Mekân kalabalıktı, anlayışlı karşıladım. Lâkin ben edebimle kenarda bekledikçe çocuklar yeni gelen müşterilerin işlerini görüp benimkini arkaya attılar. Kendimi gösterip hatırlatınca da bana sabırlı olmamı öğütlediler. Bu öğüdün sadece “hacı sabır” şeklinde Arap diyarlarında olduğunu düşünenler henüz Kanada’ya uğramamışlar demektir. Beklemek burada bir rutin ve kimsenin gıkı çıkmaz beklerken. Eğer beklemekten yakınan, beklerken yerinde duramayan biri varsa emin olun o bizim buralardan gitmiş bir göçmendir. Diğerleri beklemeye alışkın, acele işleri yok onların, yetişmeleri gereken yerleri yok. Vardır tabi, olmaz olur mu. Gelgelelim tavırları öyle. Umarım bir gün biz de o kıvama erebiliriz…

Neyse, çocuklara yeterince sabırlı olduğumu söyledim. Bu sefer de beni kibar olmam gerektiği konusunda uyardılar. Bana göreyse ben hakkımı arıyordum ve hakkımı arayınca kaba bulundum. Onlar göçmen, ben mülteciyim. Onlardan bir kademe aşağıdayım kast sisteminde. Onlar kendi aksanlarıyla olsa da iyi İngilizce konuşuyorlar, benimki tarzanca. Şartlar eşit değil yani. Kendimi ifade edemiyor, hakkımı savunamıyorum. Onlar da bunun farkında. O yüzden sana had bildirme hakkını kendilerinde bulabiliyorlar.

Ülkemde olsam, oradaki bir gençle aynı türden ilişkim olsa farklı mı olurdu? Hiç sanmıyorum. Daha beter olabilir, dayak bile yiyebilirdim. Bunun farkındayım. Ama yine de böyle zamanlarda insanın vatanında olma isteği kabarıyor.

Böyle durumlarla karşılaşmamak için işe çıkarken kendimi gevşek (relax) moduna alıyorum. Bir robot gibi ol oğlum diyorum, duygularına kulak verme, şahsiyetini hatırlama. Yaptığın şeye bir iş olarak bak, kapat içindeki tüm ışıkları. Kapılardan gir, kapılardan çık. Paket al, paket bırak. Günde belki yüzlerce kişiyle muhatap olacaksın ama bütün iletişimini hepi topu beş kelimeyle hallet…

Bazen kendime kulak vermediğim oluyor ama. Karayağız bir delikanlıya kanım ısınıyor mesela. İçimden geliyor, sıcak bir tebessüm gönderiyor, hal hatır soruyorum. Karşılık görüyorum, seviniyorum. Ancak sohbeti koyultmaya ikimizin de vakti yok. Yolcu yolunda gerek. Ben direksiyonun, o işinin başına. Sonrası yalnızlık, herkeslerin içinde ama bir başına bir iş hayatı.

Ben bu tatsız yaşamı telefon konuşmalarıyla deliyorum. Hasan Çağlayan’la konuşuyoruz, kamp hayatını dinliyorum ondan. Ömür Erdem’le sonra, Said Acar’la ve daha kimlerle… Geceze’de yeni çıkan yazıları tartışıyor, yeni yazı konuları buluyoruz. Hasan Bey hayatın yine ince bir yanından tutmuş oluyor ekseri, tutunacak taze bir bahar dalı bulmuş oluyor. Ömür Erdem konuştuğumuz mevzularla ilgili şiirler anımsıyor, mısralar bırakıyor heybeme. Said Hoca benim yazımda yine bir kelimeyi yanlış kullandığımı tespit ediyor. Bu hafta “onu” ve “ona” kullanımlarımı yakalamış. Bunları yersiz yerlerde kullanıp anlattığım kişi ya da nesneleri öteliyor muymuşum, ötekileştiriyor muymuşum ne. Birkaç da örnek gösterdi, hak verdim doğrusu. Sonra bir bakıyorum etraf kızartma kokuyor, ben sırada paketin hazırlanmasını bekliyorum.

İşte böyle sevgili günlük, kısa günün kârı böyle oluyor bende. Ee, ben böyle Mandıra Filozofu gibi dolaşırken yanlış restorana girmemde şaşılacak bir şey yok herhalde. Dur bakalım başka ne tür cilveleriyle karşılaşacağım bu işin…

2 thoughts on “Ruhunu Yanında Götürmek ve Yemek Dağıtmanın Cilveleri / (Kanada Günlükleri 3)

  • Cihangir

    Aslında bir Selim Güleç vardı. Doğru veya yanlış fark etmez, restoranlar onun cennet bahçeleri…

    Yanıtla
    • yusuf

      geliyor selim güleç, bekleyin;)

      Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *