Şairin Kederi
Kimi coğrafyalar köşe bucak türlü kederlerle yoğrulmuştur. Bazı hâdiseler sadece o coğrafyada yaşayan insanları değil dağı taşı, kurdu kuşu hâsılı bütün bir coğrafyayı kederlere gark eder. Nihayetsiz bir keder dağlara, vadilere; şoselere, keçi yollarına; tarlalara, ağaçlara; kerpiç damlara, ağıllara; yastıklara, yorganlara, maşrapalara, insanların elbiselerine, ellerine, yüzlerine siner de siner.
Ahmet Arif’in Otuz Üç Kurşun şiiri böyle bir kederin şiiridir. Bu şiir, şairinin de söylediği gibi bir ağıttır. Şiirin yazılmasına konu olan hadise ya da hadiselerin nasıl gerçekleştiği bir yana, Otuz Üç Kurşun bütün bir coğrafyayı ağırlığıyla ezen gam, kasâvet yükünün ağıtlarından yalnızca birisidir. Yalnızca birisidir çünkü bu şiirin yazılmasına neden olan hâdiseden yaklaşık yetmiş yıl sonra düzinelerce -çok kanksadığımız için artık sadece sayılarla ifade ediyoruz- sivil insanoğlu, şeytanlaştıkça kıyıcı silahlar üretme yetenekleri gelişen başka insanoğulları tarafından benzer gerekçelerin ardına sığınılarak tüfek kurşunu yerine uçaklardan bırakılan füzelerle katledilmişti de nobranlığı, küstahlığı erdem sayan, abus çehreli takım elbiseliler, mağdurlara ağıtlarını bile çok görmüşlerdi.
Otuz Üç Kurşun şiirinde şair, yasal bir cinayetin işlendiği bir yeri tarif etmektedir. Cinayetin yasallığı bir “paşanın şifre buyurup” kesin bir ölüm emri göndermesinden gelmektedir. Kirve, kardeş, akraba oldukları diğer köylere gelip giderken “fıkaralık”tan dolayı pasaport alamayışları da maktullerin katledilmesinin sebebidir şiire göre. Bu cinayetin mahalli, yokuşu inişi olan “dağların kuytuluk bir boğazı”dır. İlk mısradan da anlaşılacağı üzere Mengene Dağı’nın bulunduğu, en azından görülebildiği bir yerdir. Cinayet mahallinde kan gölüne dönüşmüş otuz üç kan pınarı vardır. Maktuller, kolları vurulu, aç, yakalarında bit, arkalarında soğuk namluların bulunduğu bir durumdadırlar. Cinayetin zamanı ise sabah namazı vaktidir, tenha bir vakittir, “kusursuz çırılçıplak bir şafak” vakti. Cinayet işlendikten yani ölüm buyruğu uygulandıktan, failler tüfeklerini çattıktan sonra maktullerin üstlerini didik didik aramışlar, maktullerden birisi olan anlatıcının da Acemelinde kendisine armağan edilen Kirmanşah dokuması al kuşağını, tespihini, tabakasını alıp gitmişlerdir. Mezarlardan söz etmemektedir şair ancak cesetlerin leş kuşlarına, kör sürüngenlere öylece bırakıldığı yine şiirinde dile getirmektedir.
Yalnızca metnine göre değerlendirildiğinde bir olay yeri inceleme tutanağı ya da bir gazete haberi gibi algılanabilecek bu şiiri bir ağıta dönüştüren söyleyiş, şu mısrayla başlar: “Gel, haberi nerden verek” diye sorar şair, bir kara haberi başkalarına duyurmak isterken söze neresinden, nasıl başlayacağını bilemeyen birisinin kararsızlığı, ikirciklenmesi, üzüntüsü bu mısrada hissedilir.
İşlenen cinayetin ne kadar büyük bir cürüm olduğu kimselerin kolaylıkla görmeyeceği kuytuluk bir yerde, insanların kan uykularda olacağı tenha bir vakitte işlenişinden sezilebilir. Öyle ki katil de gücüne rağmen görülme ya da yakalanma korkusu içinde, işleyeceği suçun utancından kaçmanın yollarını arıyor gibidir.
Şair maktulleri tasvir ederken anlatıya da başvurur. Otuz üçten birisi, yastığı altında nazlı filintasını hayal eder, perçemi mavi boncuklu doru seglavi kısrağını hatırlar. Keskin nişancıdır, çığ bekleyen dağların kıyametini önceden sezen gözlere sahiptir. “Kirve, hısım dağların çocukları” omuza omuza Fransız kuşatmasına karşı koyarken kayıplar vermişlerdir, babası gözlerini, sonra kardeşlerini kaybetmiştir. Bu, bedel ödemişlik anlatıcının bir meydan okumasına dönüşür: Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem… Karnımda sözüm var haldan bilene.
Ölüm buyruğunu uygulayanların maktullerin eşyalarını almaları ise günahı büyüten, failin arsızlığını gösteren başka bir eylemdir; yargısız, sualsiz katlettikten sonra ölü soyuculuğuna dahi başvurulmuştur.
Otuz Üç Kurşun şiiri hakkında çok söz söylenebilir. Ancak ben şiirin şu bölümünü söyleyiş ve çağrışım derinliği açısından çok yoğun buluyorum:
Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alaçakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Şair “bir tavşan göründü” ya da “bir tavşan çıktı” demiyor, avcıların da sıklıkla kullandığı “kalktı” eylemini tercih ediyor. Ben burada zalim bir avcı göndermesi seziyorum. Eli sürekli tetikte, kalbi katılaşmış bir avcı. Bu çağrışım işlenen cinayetin gaddarlığını daha da çıplak, daha somut biçimde vurguluyor. Üstelik bu tavşan yavrulamak üzeredir, belli ki bu nedenle iyice ürkmüş, korkmuştur, yüreği ağzındadır. Sonra, tavşanın karnı sütbeyazdır, sadece “beyaz” değil. Bu renk seçimi de masumiyet ve zayıflık vurgusunu güçlendiriyor. Zalim avcı çağrışımına karşılık masum, yüreği pır pır eden zavallı bir tavşan görüyorum. Fakat şair bununla yetinmiyor ve tavşanın zalim avcı ile olan ilişkisini, sözünü bir adım daha ileriye taşıyarak gösteriyor. Tavşanın bu halinin taştan bir kalbe dahi diz çöktürecek kadar etkili olduğunu yani “insanı tövbeye getireceğini” söylüyor. Zalim avcının merhamet, acıma hisleriyle coşmasını, yaptığı işin kötülüğünü fark etmesini, kötülüğünden pişman olup geriye dönmemek adına bir atmasını sağlayacak bir masumluğu, zayıflığı, naifliği öne çıkarıyor. Bu mısranın, haklı olduğu için değil, güçlü olduğu için muktedir olan faili aklını başına alıp zulmünden vazgeçmesini sağlayabilecek bir figürle karşı karşıya getirdiği için yoğun anlamlarla dolu olduğunu düşünüyorum. Ne var ki fail teşebüsünden vazgeçmiyor ve infaz emri uygulanıyor.
Sözüm ona toplum bilimciler, sığlıkları daha ilk cümlelerinden anlaşılmasın diye fiyakalı kavramlara, tanımlara sığınan güya uluslarası ilişkiler uzmanları dillerine “Coğrafya kaderdir.” sözünü pelesenk ederler. Üstelik bu tatlı su entelijansiyasından bazıları, kimin ne zaman, ne için söylediğini bilmedikleri bu cümlede kendilerince “anlamlı bir tashih” yapıp daha da bilmiş tavırlarla “Coğrafya kederdir.” de derler. Bu sözü söylerken bağrındaki hiç dolmayacak boşluğa taş basan bir ananın kederini, sıvasız evindeki çocuklarına helal lokma götürmek için çabalayan babanın kaygısını, parmaklıklar arkasında yankılanan her seste irkilen bir bebeğin ürkekliğini hiç hissetmedikleri vıcık vıcık yüzlerinden rahatlıkla okunabilir. Halkların acılarını onlarla beraber yudumlayarak yüreklerinin, bilinçlerinin derinliklerine kazıyan vicdan sahibi sanatçılar ise halkı tarifsiz kederlere boğan kötülükleri gerektiğinde büyük bedeller de ödeyerek dile getirir ve tarihe silinmez notlar düşerler. Nitekim Ahmet Arif de Otuz Üç Kurşun şiirinden dolayı işkence gördüğünü bir röportajında anlatıyor.
Tarih hakikî sanatçılara hep hayırla anılmak armağanını bahşederken muvakkaten eline geçirdiği gücü halkları kedere gark etmekte kulanan sözde muktedirlere de hisselerini takdir etmede hep adil davranmıştır.
Bir şiir üzerinden güzel bir tarih okuması. Elinize sağlık.