Yusuf Ünal

Hayat mıdır Iskaladığımız Yoksa Ölüm mü?

Okuma süresi: 5 dakika

(Kanada Günlükleri / 16)

30 Eylül Pazartesi,

Yazılarımın pek okuyanı yok. Çok okurum olsa fena olmaz ama az olması da pek sıkıntı vermiyor doğrusu. Okusa okusa birkaç yüz insan okuyor bunları. Çoğuyla da birebir tanışıyoruz. Bazıları yazmaya başladığımdan beri, yirmi yılı aşkın bir zamandır yani, hemen her yazdığımı okur ve bir değerlendirme yapar. Bu değerlendirmelerden çok istifade ederim, bahtiyarım. Onların varlığı bana okur kalabalığı arama ihtiyacı hissettirmiyor ve görüleceği üzere yıllardır yazmaya devam edebiliyorum. Psikolojik durumu epey çalkantılı olan Nietzsche, tedavisine çalışan kız kardeşine şöyle yazmıştı: “Bana beni dinleyen ve anlamak isteyen küçük bir insan çevresi sağla, ben sağlığıma kavuşurum.” İşte ben o küçük çevreye sahibim hamd olsun. Var olsunlar…

“Sağ Salim Ölebilseydik” adlı bir önceki günlüğümü yayımlayınca da mektepten edebiyatçı ve yazar, eski bir arkadaşım mesaj yazdı. Selam-kelam ve geçmiş olsun dileklerinin ardından, ‘ölümü hatırlamakla ilgili çağrı’ olarak nitelediği yazıma ‘bir düşünce çentiği atmak iste’miş. Konu üzerinde biraz daha düşünmeme vesile oldu, memnuniyet duydum. Birkaç gündür kafamda o çentik dönüp duruyor. Arkadaşımı arayıp konu üzerine konuşmak şüphesiz daha verimli olur. Ancak mesele dallanıp budaklanır ve çıkış noktamızı kaçırabiliriz diye aklıma gelenleri evvela yazıyla zapt etmek istedim. İcap ederse sonra bol bol konuşuruz zaten.

Diyor ki: “Belki de sorun hayatı hatırlayamamak, hayatın hakkını verememek. Kanımca hayatın kendisini hatırlatma gücü, imkânı ölümün çok gerisinde. Büyük akıllar, kalpler önce hayatı hatırlamalı, hayatın hakkını vermeli. Ölüm zaten hakkını alır ama hayatın böyle bir kudreti yok. Olmadığı için o hakkı, bizim vermemiz gerekiyor. Hayat gözlüğünün camını, ölümün beziyle sildiğimizde doğru ve net bir bakışa, görüşe eremeyiz. Ölüm ölümse hayat da hayat işte!”

Nasıl, etkili cümleler değil mi? Böyledir muhteremin ifadeleri. Birden parıldar ve üst üste yükselir alevleri. Konu üzerine epeydir kafa yorduğu ve kendince muhkem bir kanaate vardığı anlaşılıyor. Gelgelelim ben arkadaşıma katılamayacağım! Hayatın kendisini hatırlatma gücü ve imkânı hiç de ölümün gerisinde değildir bana göre. Her uyandığımızda, acıktığımızda, sevip sevildiğimizde, ihanete uğradığımızda, canımız yandığında, bir bebek doğduğunda, bir hasta öldüğünde, rüzgâr estiğinde, kuş öttüğünde, kira ödeme vakti geldiğinde, savaş çıktığında.. biz hep hayatı hatırlarız; yaşamanın gerekliliğini. Ve bunlar hiç eksik olmaz başımızdan, dört yanımızdan kuşatırlar bizi. Hayat, ölüm meclislerinde dahi kendisini hatırlatır. Cenaze törenlerinde kulaktan kulağa fısıldaşıp dedikodu yapanları hatta gülüşlerini zapt etmek için yanaklarının içini ısıranları hepimiz görmüşüzdür. Hayatı unutmanın imkânı ya hiç yoktur zannımca ya çok kıttır.

Ölüme gelince, âdemoğlu hep unutur onu. Unutamazsa unutturacak meşgaleler üretir kendisine, iradî olarak unutmaya çalışır ölümün gelişini. Bana kalırsa insanoğlunun yeryüzündeki hemen hemen bütün meselesi; ölümü hatırlamayışıyla, hatırlamak istemeyişiyle ilgilidir; hayatı değil. Peygamber Efendimiz’in (sas) ölümü çokça hatırlamamızı istemesi de, başka din büyüklerinin ölmeden evvel ölmeyi tavsiye etmesi de tasavvuf ehlinin rabıta-i mevt yapması da hep ölümün hatırlanması gereken bir şey olmasıyla ilgilidir. Ölümü yaşam alanımıza almak, hayat denklemine dâhil etmek için bir irade ortaya koymamız, çabalamamız gerekir. Hayat ise, ha bire dayatır kendisini ve denklemi kendi lehine bozar. Onu gözden ırak etmek çok zordur.   

Hem nedir ‘hayatı hatırlamak’? Ne yapar onu hatırlayan biri? Daha fazla mı kitap-makale okur mesela? Kendisini laboratuvarlara mı kapatır? Yoksa eğlence yerlerinden çıkmaz mı? Yahut kendini insanî yardım kuruluşlarına mı adar? İnsan hakları aktivisti mi olur?…

‘Büyük akıllar, kalpler önce hayatı hatırlamalı, hayatın hakkını vermeli’, âmenna. Kimdir o büyük akıllar, büyük kalpler? Ne yapmışlar yaşarken? Benim bu kategoriye hemen sokabileceğim, bizim dünyamızdan; Hz. Ebu Bekir, Ömer bin Abdülaziz, İmamı Azam, Selahattin Eyyubi, İmam Gazali vardır mesela.Ahmet Yesevî, Mevlana, Yunus Emre, Bediüzzaman sonra; Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmet Âkif Ersoy, Muhammed Hamidullah, Aliya İzzet Begoviç… Bu isimlerin ‘hayatı ıskala’dığını söyleyebilir miyiz?

Ömer bin Abdülaziz’i ele alalım mesela. Emevi devletinin başındayken her gece âlimlerle toplanır ve ölüm hakkında konuşurlardı. Ailesine de sürekli ölümü hatırlatırdı, ölüm düşüncesiyle alabildiğine içli dışlıydı. Peki ne oldu böyle olunca? Hayatı ıskaladı mı? Hayır. Bilakis, sadece iki sene altı ay yönettiği devletin batan ekonomisini zirvelere taşıdı da memleketinde zekât verecek fakir bulunamadı. Adaleti tesis, güvenliği temin etti de ülkesinde kurtla kuzu yan yana gezmeye başladı. Hemen her bakımdan vatanını îmar etti. Aradan geçen bunca sene sonra bile gönüllere taht kurdu ve hayırla yâd edilmeye devam ediyor.

Ölümün yaşamı, Yaşamın ölümü - EdebiyatBlog - Online Blog Makale Kurgu Yaz  Oku

Mesajının devamında arkadaşım, “Belki ölüme çok odaklandığımızda hakkı taşırıyor ve ölümü de yanlış görüyoruz.” diyor. Hayalî durumlar üzerine hüküm bina etmek gereksiz. Üç beş istisna dışında böyle bir durum yok yaşantımızda. Kimse ölüme odaklanmıyor, herkes hayata abanıyor. Bizim geri düşüşümüzün sebebi ölüme odaklanmak olamaz. Aksine, dünyevileştiğimiz için olmuştur bütün bu olanlar. Tembelliğin de, adaletsizliğin de, yolsuzluğun da, arsızlığın da beslendiği yer ölüm düşüncesinin hayatın dışına itilmesidir bana göre. Daha fazla yaşama isteği, tûl-i emel…

Kimilerine göre ‘hayatın hakkını’ vermek, yalnızca dünyayı îmar etmek demek zannımca. Bilimsel buluşlar yapmak, teknolojiyi geliştirmek, yollar- köprüler inşa etmekle. Bunlarla birlikte insan haklarını korumak, özgürlükleri savunmak ve adaleti korumak. Bugün bunları yapanların gündeminde ölüm hiç yok, doğrudur. Adamlar hayatın hakkını veriyor işte denilebilir, daha dünyada yaşıyorlar cenneti. Gelgelelim bu dünya; imar ettiğinden fazlasını imha ve ifsat ediyor, ondan ne haber! Verdiklerinden kat be kat fazlasını alıyorlar hayatın ellerinden. Kendi düzenlerinin devamı için dünyayı ateşe verirken tereddüt bile geçirmiyorlar.  

‘Hayatın hakkını vermek’ ancak öleceğini hesaba katarak yaşamakla mümkündür bence. Bu hesaba katış kişiyi güzelleştirir, derleyip toparlar, dağınıklığını giderir. Hırsları törpüler, bencilikleri dengeler, egoları indirir, kabalıkları inceltir, katılıkları yumuşatır. Bir kadın, Hz. Aişe’ye kalbinin katılaştığından şikâyet etmişti. Hz. Aişe ona ölümü çokça hatırlamasını tavsiye etmişti. “Çünkü” demişti, “ölümü hatırlamak kalbi yumuşatır.” Öte yandan ölümü düşünmek hayatın sıkıntılarına katlanmayı kolaylaştırır. Istırapların geçici olduğunu, dünyevî musibetlerin kabrin ötesine geçemeyeceğini hatırlatır. Bunlar da ‘hayatın hakkını vermek’tir bir bakıma, yaşamayı öğretmektir insana…

Mevzuyla ilgili son hükmünü de şöyle veriyor arkadaşım: “Mukadderatı kemal sanmak bir ermişlik makamı, alameti değildir.” Elhak öyle, aksini düşünmüyorum. O yazımın konusu olmadığı için bu mevzuya pek girmemiştim, eksik kalmış olabilir. Fırsattan istifade belirtmek isterim ki ben ölümü beklemeyi yüceltmem. Îtikadımca yüceltilecek şey, ölüme hazırlanmaktır. İlla bekleyeceksek de hazırlanırken beklemeliyiz ve ölüm bizi öyle bulmalı diye düşünürüm. Sadece beklemek edilgen bir durumdur. Ben sağ salim ölebilmek isteyenlerin aksiyon alması gerektiğine inanıyorum.  Öleceğini bilerek, öldükten sonra hesap vereceğini hesaba katarak yaşamalı diyorum. ‘Kemal’ bundadır, kâmil olan budur.

Hayatla ölüm arasındaki denge alabildiğine bozuldu. Belki her zaman bozuktu ama günümüzde işin ölçüsü hepten kaçtı. Bize ölümü hatırlatan her şeyi hayatımızdan çıkarıyoruz. Her şey yaşayacağımız, hep yaşayacağımız, ömrümüzün uzun olacağı, dünyaya kazık çakacağımız hatta hayatımızın hesabının sorulmayacağı üzerine kurulu. Hal böyleyken ölümü düşünmeye, hesaba katmaya ne kadar çağrı yapılsa sezadır diye düşünüyorum. Hayat kendisini durmadan dayatıyor zaten. Bu dayatmayı yaparken de ölümü kenara itiyor. Bu, dengemizi bozuyor ve bizi tek kanatlı bir kuş haline getiriyor. Ölümü hatırlamak da hayatı kenara iterek yapılırsa aynı dengesizlik meydana gelir. Bu sefer de öteki kanadı olmayan bir kuşa döneriz. Bize gereken, hayatı yok saymayan bir ölüm düşüncesiyle ölümü lades gibi sürekli akılda tutan bir hayat denklemidir.

Kıldan ince, kılıçtan keskin bir yol işte; farkındayım. Bu yolu yürüyebilenler insan-ı kâmil oluyor…

Sırat köprüsü nedir?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *